Ruh Var mıdır?

Özgeçmişinde bu kadar “Ruh Sağlığı” ifadesi bulunan bir insan için zor bir soru. Ruh yoksa bir özne olarak ben kimim? Hatta bir profesyonel olarak ben kimim? Ruh varsa nerede?

Madem anladığım kadarıyla insanlık dedim ve her şeyi peşin peşin anlıyor pozu kesmemenin lüksünü yaşayabiliyoruz, bu zor soruyu da şimdiye kadarkiler gibi anlamış ve anlatmaya çalışıyor gibi değil, beraberce anlamaya gayret eder biçimde ele alalım sevgili tramvay yolcuları. Aslında 5 yıl önce bir yazıyı “Hepimiz ruh sağlığı çalışanıyız işte. Ruha bir fenomen olarak gönderme yapsak da varlığını sürekli sorgulayan ruh sağlığı çalışanları… Bu da başka bir yazının konusu olsun.” diye sonlandırarak bu sorunun peşine düşmeyi vaat etmiştim. Ardından sevgili Tevfik Uyar’ın sorusu ile daha fazla beklememeye karar verdim.

İlk kısımdan başlayalım. Ya ruh yoksa? Bu durumda bir özne olarak ben kimim? Daha doğrusu bu durumda benden bir özne olarak bahsetmek mümkün müdür? Terry Bison’un muhteşem öyküsünde betimlediği gibi, uzaylı gözlemcilere göre düşünen, aşık olan, şarkı söyleyen “et” miyiz? Bu soru öylesine dehşet verici ki, Descartes’ın bütün cesaretiyle “Ben var mıyım?” sorusu ile başlayan yolculuğu, ruhun var olduğu ve epifiz bezinde ikamet etmekte olduğu önermesi ile sonuçlanacaktı. Bu önermenin etkileri bugüne kadar gelecek ve günümüzde halen pek çok postmodern mistik öğreti epifiz bezinin bahsi geçen “3. göz” olduğunu ve epifiz bezini aktifleştirmenin 3. gözü açacağını öne sürecekti.

Bu bilimsel dayanağı olmayan 3. göz iddialarının izini sürmek isterseniz, kaynak: https://themindsjournal.com/unblocking-the-third-eye/

Burada kısa bir parantez açıp bu iddiaların peşine düşmekteki temel motivasyon üzerine biraz düşüneceğim sevgili tramvay yolcuları. Üçüncü göz, reenkarnasyon ya da “beynin %100’ünü kullanma” iddialarının peşine düşmekteki en önemli motivasyon kişinin biriciklik ihtiyacı gibi görünüyor bana. Mesela benim sosyal medyada denk geldiğim reenkarnasyon inanışlarının hiçbirinde kişi ortaçağ köylüsü çıkmıyor. Reenkarnasyon varsa ya asil birisidir, ya özel güçleri olan birisi. Üçüncü göz daha tarihsel, “beynin %100’ü” ise daha modern bir ifade ile olsa da benzer bir duruma işaret ediyor: Bu kişinin aslında öngörülemeyen ama çok büyük zihinsel becerilere ilişkin bir potansiyeli var ve fakat henüz gerçekleşmemiş. Tramvayımızın molası olduğu için ayrıntılı ele almayacağım ama “evrene enerji gönderme” ya da karma inancı da postmodern bireyin bağlanma ihtiyacı içerisinde olup, o bağlanma nesnesine ilişkin görece somut bir tasarım üretememesi, yani dezorganize bağlanma göstermesi sonucunda oluşuyor gibi görünüyor.

Peki, ruhun olmayışı fikrine tahammül etmek kolay değil. Ruhsuz diye hakaret var bir kere. O zaman ruha atfedilen unsurların karşılığı nedir? Hemen daha genel kabul görmüş “mental” kavramını ele alalım. Mental health kavramı Türkçe’de “akıl sağlığı” olarak kullanılıyor ki, akıl dediğimiz fenomenin ruha karşılık gelmesi pek mümkün görünmüyor. Mental sözcüğü etimolojik olarak Latince “mens” yani zihin kökünden türetilmiş. Mens sözcüğü de yine Latince’de “men” yani düşünmek sözcüğünden köken almakta. Dolayısıyla ruha atfedilen özellikleri karşılamak için elimizde “zihin” kavramı test edilmek üzere duruyor. Türk Dil Kurumu zihin sözcüğü için “Canlının duygu ve davranışlar dışındaki ruhsal süreç ve etkinliklerinin bütünü.” açıklamasında bulunuyor. Tam olarak kastını anladığımı iddia edemesem de, duygu ve davranış dışındaki ruhsal süreç ve etkinlik sanırım yine Latince “men” sözcüğünde olduğu gibi düşünceye refere ediyor. Ama isterseniz sizi de kendimi de bu semantik eziyetten kurtarayım ve ruha ilişkin kendi anladığımı ifade edeyim sevgili tramvay yolcuları.

Bilişsel Davranışçı Terapilerin Düşünce Duygu Davranış döngüsü. Kaynak: https://www.open.edu/openlearn/science-maths-technology/exploring-anxiety/content-section-5.5.1

Bilişsel Davranışçı Terapilerin temel önermesi kabaca yukarıdaki döngüden ibarettir. Bir duyguya kapılırız “Bugün keyifsiz hissediyorum“, bu duyguyla ilgili düşünmeye başlarız “İnsanların da keyfini kaçıracağım“, bu düşünceden yola çıkarak bir karar veririz “En iyisi bugün kimseyle görüşmeyeyim“. Kimseyle görüşmeyince keyfimiz daha da kaçar, daha da kaçınca birileriyle görüşmeme fikri daha da pekişir, görüşmeyince keyif iyice bozulur… Elbette konu bundan ibaret değil ama söylemeye çalıştığım şey, insan duygusu ile ilgili düşünür, hatta düşüncesi ile ilgili de düşünür. Bir şeyi düşünen kendisine dair sonuçlara varır insan. “Tatile oraya mı gitsem buraya mı gitsem diye düşünüyorum aylardır, demek ki ben çalışmayı çok sevmeyen birisiyim.” Bu düşünme üzerine düşünme metacognition ya da üstbiliş olarak tanımlanıyor.

Farkındaysanız hayatta bazı kavramlar, o kavramı oluşturan unsurların toplamından fazlasını ifade eder. Mona Lisa, hammadde olarak aslında toplamda gramla ifade edilebilecek miktarda çeşitli renklerde boya ve tuvalden ibarettir. Fakat değeri ve anlamı o miktarda boya ve tuval ile ifade edilemez. İşin “ruhsal” boyutuna inecek olursak kavramı oluşturan unsurların birbirleriyle etkileşiminden ortaya çıkan yeni unsurlar, ve o yeni unsurların da birbirleriyle etkileşiminden meydana gelen daha da yeni unsurlar adeta bir fraktal grafik gibi ne kadar derine inerseniz o kadar teferruat sunan bir tablo oluştururlar.

İnsan ruhsal açıdan yukarıdaki duygu düşünce davranış döngüsünden çok bu fraktal imgeyi andırıyor bana. Kaynak: Giphy.com

Dolayısıyla ister istemez gönderme yaptığımız ruh denilen o kavramın bir türlü somut biçimde tariflenemeyişinin nedeni “bağlantısallık” kavramının doğasından kaynaklanıyor olabilir. Sadece nöron, sinaps gibi somut anlamıyla değil, duygu ve düşüncelerin de kendi üzerine katlanması, birbiriyle etkileşime girmesi, bu etkileşimden durmaksızın yeri unsurlar üretmesi, bu yeni unsurların da etkileşmesiyle artık elde tutulması olanaksız bir etkileşimler bütününü oluşturması sonucunda yaşadığımız kafa karışıklığının sonucudur bu yazının başlığı.

Özetle Mona Lisa nasıl ki kendisini oluşturan tuval ve boyanın toplamı ile ifade edilemez ise, bir özne olarak insan da duygu, düşünce ve davranışlarının toplamı ile ifade edilemez. Üstelik insan zihnindeki bu unsurlar sürekli yeniden üretilen “fraktal bir Mona Lisa” oluşturmaktadırlar. Ruh diye işaret etme ihtiyacı duyduğumuz fenomen de doğaüstü bir kavram olmaktan çok, bu unsurların birbirleriyle etkileşme biçimine denk düşüyor olabilir.

Muhtemelen ruh yoktur diyenleri de vardır diyenleri de memnun etmeyecek bir sonuç oldu ama benim tramvay yolculuğum da buraya çıktı. Belki ileride buradan başka rotalara da seyrederiz…

1 comments

Bir Cevap Yazın