Bir Tek Dileğim Var, Mutlu Ol Yeter

Bolca yeni yıl temennilerine maruz kaldığımız bir yılbaşı daha geçti. Temennilerde genel olarak mutluluk temasının baskın olduğunu söyleyebiliriz. Peki, biraz mutluluk üzerine kafa yormaya ne dersiniz? Mutluluk nedir, onu ne kadar istiyoruz, nasıl algılıyoruz, ne kadarını gösteriyoruz ve kültürel değişkenler yakın tarihte bu duruma nasıl bir etki yapmış olabilir?

Giriş paragrafını ağır sorularla doldurmuşum, şimdi gözüm korkar gibi oldu ama başlayalım bakalım…

Öncelikle mutluluk nedir konusu bile başlı başına bir yazının konusu olabilir. Ama hazır yazılmışı varken biz daha hızlı ilerleyelim. Mutluluk ile ilgili çalışmalara -anlamı tam olarak karşılanmasa da- Öznel İyi Oluş (Subjective Well Being) başlığı altında rastlanmakta. Öznel İyi Oluş da pek çok ayrı başlık altında incelense de pratik olarak iki başlığa indirgemeyi tercih edeceğim: Hedonizm ve Eudaimonia.

Latinceleri Yunancaları görünce hemen kaçma sevgili okur, anlaşılmayacak tarafı yok. Hedonizm hazza yönelmeye gönderme yapar. En temel fizyolojik ihtiyaçların karşılanması hedonistik mutluluk sağlar. Gıda, seks, eğlence vs… Savaş meydanında olmadığı ve yapacak önemli işleri olmadığında bir Kralın günlük rutini gibi yani. Eudaimonia ise kişinin yaşam amaçlarına ulaşması, kendini görmek istediği yerde olması ile ilgili memnuniyet halidir. (Kral sefere çıkmak istiyor bir süre sonra) Hemen örneklerle berraklaşalım;

Takva1 - 01hr 03min 42sec (1)

Takva filminde Erkan Can’ın oynadığı Muharrem karakterini ele alalım. Dergahta münzevi hayatı yaşayan, sadece çok basit ihtiyaçları karşılanan ve durumundan son derece memnun olan bekar bir erkek. Hedonistik mutluluk sıfır, Eudaimonik mutluluk tavan. Sonradan Muharrem Hedonistik mutuluğa erişimi daha kolay olduğunda zor zamanlar yaşayacaktır.

Erkan Can’dan devam edelim. Gemi’de filminde canlandırdığı İdris Kaptan’ı hatırlayalım. Evet, bazen aç kalsa da yemek bulunca abartan, cigarasını ağzından düşürmeyen, cinsel hazza erişemedeğinde bile önceki deneyimlerini ritüelistik biçimde tekrar tekrar anlatarak imajinasyon yoluyla doyum sağlayan bir erkek. Hedonistik mutluluk peşinde, erişme şansı olunca kaçırmıyor. Hayattaki gayesi 4 tayfa ile kör karanlık limanlarda ömrünü geçirmek midir ya da bu şekilde var olmaktan ne kadar memnundur bilemeyiz ama olmadığını varsayarsak Eudaimonik mutluluk kaynağının olmadığını söyleyebiliriz.

vlcsnap2012042714h08m10

Aslında biliyoruz ki hedonistik mutluluğun nörobiyolojik olarak ödül değerliliği daha yüksektir. Sorun şu ki hedonistik mutluluk sürdürülebilir bir yaşam biçimi değildir. Hedonistik mutluluk beyinde bugün iyi tanımlanmış olan ödül sisteminin bir işlevidir. Olds ve Milner bu sistemin sıçanlarda Lateral Hipotlamus’a yerleştirilen bir elektrot yardımıyla dışarıdan uyarılabilmesi halinde neler olduğunu incelemişler:

Evet, gördüğünüz üzere, ödül sistemi dışarıdan uyarılabilen bir sıçan yemeden içmeden kesilircesine bu sistemi aktive etmek için uğraşır. Hatta bu sistemi aktive etmek için çok ağrılı uyaranlara bile katlanabilir. Ve evet, bu patern madde bağımlılarının haz verici maddeler ile ilişkisini andırmakta. Mutluluk hedonistik kısmından ibaret olsaydı dünya nüfusunun hepsinin bağımlı olması beklenirdi. Öyle olsa bile çok önemli bir konu daha var, bu durum sürdürülebilir değil. Belki bağımlılıkla ilgili ayrı bir yazıda bu sürdürülebilirlik kısmını da tartışabiliriz.

Aslında her insan hayatına -doğal olarak- sadece hedonistik mutluluk motivasyonu barındırarak başlar. Bildiğiniz üzere her şeyi ağzına atar, açlığının ve diğer bütün ihtiyaçlarının anında karşılanmasını talep eder. Bu halleri Freud’un da gözünden kaçmaz ki bebeğe “Majesteleri” yakıştırması yapar. Zaman içerisinde nesne tasarımları gelişir, kendilik nesnesi olşur ve artık çocuk Eudaimonik mutluluk için yeterli donanıma sahiptir. Yeterli ama acaba ne kadar? Elbette bu durum bir günde değil, kademeli olarak gerçekleşecektir. Bebeklikten çıkan çocuğumuz yaşı ilerledikçe “Doyumu Erteleme” (Delay of Gratification) yeteneğini arttıracaktır. Meşhur Marshmallow (Lokum?) Deneyi işte bu yeteneği test eder. “Şimdi sana 1 lokum vereceğim ve gideceğim, geri gelene kadar bu lokumu yemezsen bir tane daha vereceğim ve 2 lokumun olacak.”

Marsmallow Deneyi’nin enteresan tarafı okul öncesi doyumu erteleme yeteneği daha iyi olan çocukların erişkinlik yaşamlarında eğitim düzeylerinin daha yüksek, Beden Kitle Endekslerinin daha düşük, Kokain kullanımının daha nadir, özdeğerliliklerinin daha yüksek olduğunun saptanmış oluşu. Hedonistik doyumu erteleme yeteneğini kazanmadan Eudaimonik doyumu sürdürmek mümkün olmuyor gibi. En azından toplumsal bir canlı olarak bunu yapmak gerekiyor diyebiliriz.

Peki kültür mutluluğa etki ediyor olabilir mi? Elbette edecektir. Sosyolojide sıkça müracaat edilen bir dikotomiye başvuralım: Doğulu Kolektivist toplumlar ve Batılı Bireyselci toplumlar. (Doğu-Batı şart değil elbette, biraz daha anlaşılır olması umuduyla indirgeme yaptım). Adı üzerinde kolektivist kültürel yapı -sosyal bütünleşme ve yardımseverlik gibi- toplumsal değerlerin benimsenmemesi halinde bireye mutluluk şansını pek tanımıyor gibi görünüyor.

Ekran Resmi 2015-01-06 04.36.49

Evet, kolektivist topluluklar bireye obsesif kişişiliğin kendisine davrandığı gibi davranırlar: Duygular sıkı denetim altına alınır. Çünkü duygu bireyde öngörülemez davranışlara neden olabilir. O yüzden bir organizasyon ne kadar obsesif yapılandıysa üyelerinin duygularını ifade etmesi de o kadar baskılanacaktır. Bu durumun en uç örneği militer yapılanmalar olacaktır sanırım.

Bir organizasyondan değil bütünüyle bir toplumdan bahsediyorsak duyguların bütünüyle baskılanması pek olanaklı değildir. O zaman kolektivist kültür duyguları tanımlar ve adeta ifade edilebilecekleri durumlara ilişkin net yönergeler dayatır. Örneğin kolektivist kültürlerde duygular cinsiyetler arasında katı biçimde paylaştırılmıştır. Neredeyse bütün kültürlerde erkeklerin ağlaması ve kadınların öfkelenmesi hoş görülmez ama kolektivist kültürlerde bu durumun daha da belirgin olduğunu biliyoruz.

Ama böyle referanslı-grafikli şekilde söylemeseydim de siz zaten biliyordunuz, değil mi?

Bizde mutluluk:

Onlarda mutluluk:

Buraya kadarki kısımdan İmparator’un eski sevgilisi için Eudaimonik mutluluklar dilediğini varsaymak makul görünüyor.

 

Başka bir görüş de “Hocam para varsa mutluluk var” şeklinde özetlenebilir fakat gerçeği bütünüyle yansıttığını söyleyemeyiz. Gelir düzeyi çok düşük olduğunda gelir artışı mutluluk getiriyor fakat yaşamsal ihtiyaçlar zaten karşılanıyorsa artan gelirin fazladan mutluluk getirdiğini söyleyemeyiz. (Referans için Sn. Selçuk R. Şirin‘e bir kere de buradan teşekkür etmiş olalım)

Ekran Resmi 2015-01-06 13.28.31

Yukarıdaki eğrinin daha dikey olduğu grafiğin sol tarafında iyileştirici olarak destekleyici psikoterapilere, -daha da ideali- toplumsal dinamiklere gereksinim vardır. En uçta psikanaliz bulunan psikodinamik psikoterapiler ise yukarıdaki eğrinin yataylaştığı alanda etkindir çünkü gelir arttıkça mutluluk eskisi gibi artmamaktadır. Artık mutluluğun temel belirleyeni yaşamsal ihtiyaçlardan çok sosyal mukayese olmuştur. Gelir artışı orta sınıf bir ailenin önce mahallesinde görece varsıllaşmasına, ardından daha varsıl bir muhite taşınarak orada sosyal mukayesede yine zorlanmasına neden olur. Gelir hayatı anlamlandıracak bir araç değildir artık. Bu yüzden psikanaliz sınıfa özgü işlev görmektedir.

Henrich Böll’ün şahane (çocuk?) kitabı olan Balık Tutma Dersi tam da bu konuyu işlemekte bu arada. İşgüzar bir turist bir sahil kasabasında dinlenmekte olan balıkçıya yaklaşır ve neden daha fazla balık tutmadığını sorar. Yeterince tutmuş olduğu yanıtıyla tatmin olmayınca da daha fazla tutmuş olmanın nimetlerini sıralar. Daha fazla tutmuş olsa bir tekne daha alabilir… 2 tekneyle daha da fazla tutabileceği için çalışan istihdam eder ve filo kurabilir…Filo ile daha da fazla balık tutabileceğinden servet edinebilir… Servet edinirse bir tatil kasabasında ömrünün sonuna kadar sırt üstü yatabilir… Evet, döngü balıkçının zaten bulunduğu yere varmıştı; balıkçı bu eğrinin yataylığının zaten çoktan farkındaydı ve gayret göstermek anlamsız geliyordu

Balik-Tutma-Dersi-kapak

 

Balıkçı şu makaleyi okumadığından gelir düzeyi artmasına karşın mutluluk düzeyinin sabit kalmasına Easterlin Paradoksu dendiğini bilmemekteydi kuşkusuz.

Ekran Resmi 2015-01-06 13.20.08

Fakat balıkçı biliyordu ki temel yaşamsal ihtiyaçların karşılandığı hallerde gelir artışı sadece geçici bir mutluluk artışına neden olur.

Ekran Resmi 2015-01-06 13.20.43

Bu sapmadan sonra kültür konusuna geri dönelim. Öncelikle ülkemizde kültür ve mutluluk ilişkisi yakın tarihimizde nasıl seyretmiş olabilir, buna ilişkin bazı çıkarsamalarım olacak.

Evet, Doğu’ya doğru giden bir geminin güvertesinde Batı’ya doğru koşan bir toplumdan bahsedebiliriz. Toplumun mutlulukla ilişkisi de bu rota boyunca seyretmiş gibi duruyor. Türkiye’nin nispeten kapalı bir toplum olduğu 1980ler’e kadar Kolektivist kültürel yapının daha baskın olduğunu söyleyebiliriz;

  • İnsanlar iyi yemek yediklerini saklama mecburiyeti hissederlerdi, söylemek icab ettiğinde ise “ayıptır söylemesi” ifadesinin arkasına sığınılırdı.
  • Hızlıca varsıllaşmak utanç kaynağıydı
  • Esnafın işleri hep yağmasa da damlar durumundaydı, aksi ifade edilmezdi
  • Ailelerin gelir düzeyleri “karnı tok, sırtı pek” seviyesini aşmazdı,
  • Filmlerde zenginler hep kötü adam olurdu. Zenginden nefret ortak paydaydı, birleştirici unsurdu adeta
  • Mutluluk ifadeleri de hep ölçülüydü dolayısıyla. Hep hamd olsundu.
  • Benzer biçimde yoğun mutsuzluk ifadelerine de pek rastlanmazdı. Yoğun mutsuzluk ifadeleri de muhteris olarak algılanmaya neden olabilirdi.

Bütün bunların önemli bir nedeni kuşkusuz ülke kültürüne işlemiş haset kaygısıdır. Haset bu coğrafyada öyle korkulan bir unsurdur ki geleneksel olarak aslında haset edilecek bir şeylerin olmadığını ıspatlanmaya çalışılır. Elbette ülke tarihi boyunca komşuların birbirlerinin kanını akıtmış olması bu hasetin varlığı için yeter sebeptir. Aslında haset edilecek vasıflara sahip olunmak bir yandan istenir -çünkü herkes beğenilmek ister-, bir yandan da çekinilir -çünkü tekinsizdir. Bu yüzden sebebi belirgin olmayan her türlü fiziksel yakınmanın ilk açıklaması “üzerinde göz var” olur. Artık haset daha majik ve dolayısıyla sembolik alana çekilmiştir. “Komşun mallarına konmak için seni gırtlaklayabilir” ya da “Yalnız dolaşırsan muhtemelen sana tecavüze yeltenecekler” cümlelerinden daha kabul edilebilir, sindirilebilir bir biçimidir bu haset gerçeğinin. Kültür kaygı uyandıran her durum için bir ritüel üretebilme yeteneğindedir; gelsin tahtaya vurmalar, dilini ısırmalar ve nazar boncukları…

nazar boncugu

Derken 1980ler ile birlikte zaten değişmekte olan Dünya’yı yeni görmeye başlayan Türkiye muazzam bir dönüşümün adımlarını atmaya başladı. Artık Batı’ya doğru giden gemide Batı’ya doğru koşan insanlardık, kültürde belirgin bir bireyselci dönüşüm yaşandı ve:

  • “Benim memurum işini bilir” ile ahlaksızlık olabilecek en yüksek makamdan onaylanmıştı. Otoritenin onayı sadece onaydan ibaret değildir, toplumu şekillendirir.
  • Tiranlar, Cem Uzan’lar türedi. Zenginlemenin her yolu makbul olmuştu bir anda.
  • Kemal Sunal veya Şener Şen’in dönem komedileri ağırlıklı olarak bu ahlaki erozyon üzerine kurulmuştur.
  • Artık yenilen güzel bir yemeğin “ayıptır söylemesi” tümcesinin arkasına saklanmasını bırakın derhal fotografı çekilip instagrama yüklenmekteydi.
  • Yağmasa da damlamıyor, güldür güldür akıyordu artık. Araba anahtarlıkları insanın gözüne gözüne sokulmaktaydı.
  • İtibardan tasarruf olmuyordu, o eski öğretiler eskide kalmıştı.
  • Bütün bu başarı tablosunu taçlandıran unsur ise mutluluktu. Mutluluk diğerlerinin gözüne gözüne sokulmaktaydı artık

Ekran Resmi 2015-01-07 01.19.51Ekran Resmi 2015-01-07 01.13.57

  • Zaten pek popüler olan Pozitif Psikoloji bireyin mutsuzluğuna ilişkin sisteme herhangi bir gönderme yapmayı reddediyor, birey mutsuzsa bireyde bir yanlışlık olduğunda ısrar ediyordu. Mutsuzluk başarısızlık alametiydi artık, kimsenin tahammülü kalmamıştı. Gerekirse Bilinçaltı formatlanmalıydı -hem de yedek falan almadan- ve bu mutsuzluk utancından kurtulunmalıydı.
  • Hiçbir şekilde mutluluk ifadesinde bulunamayacak olan azınlık için de başka bir kapı vardı: “Bir popülarite kaynağı olarak mutsuzluk.” Nasıl olsa herkes 15 dakikalığına meşhur olmayacak mıydı, varsın bu şöhret mutsuzluktan gelsindi o zaman. Bari bir işe yarasındı şu lanet olasıca mutsuzluk… “Acun Abi, babam iş kazasında ölüp anneme de yıldırım düşüp kötürüm kaldıkdan sonra 3 yaşından beri sokaklardayım abi. Seni çok seviyorum Sergen Abi, şimdi size bitbaks yapacam…”

Böylece daha kolektivist özellikler barındıran 80 öncesi dönemde toplum mutluluk ifadesi açısından hem aşırı mutluluğun hem de aşırı mutsuzluğun törpülenmesi nedeniyle varyansı düşük (sivri bir çan eğrisi) bir dağılım göstermekteyken; histeri çağı olan 80 sonrasında genel olarak olduğundan daha mutlu görünme, bunu yapamayacak olanların ise mutsuzluğunu abartılı ifade etme eğilimi ile varyansı yüksek (basık bir çan eğrisi) bir dağılım göstermeye başladı sanki.

“Sanki mi? Buraya kadar bir -sanki- uğruna mı yazı okuttun?” diye çemkirmeye hazırlanan sevgili okur, hele bir soluklan, elbette aslı astarı var mı diye araştırdım. Buyrunuz 56 farklı ulusun verilerinin incelenmesi ile oluşturulmuş Dünya Mutluluk Veritabanı‘na (World Happiness Database):

1- Önce farklı ülke yurttaşlarının yaşam memnuniyetine ilişkin şu basit grafiğe bakalım:

Ekran Resmi 2015-01-07 01.56.16

Hindistan’da düşük memnuniyet, ABD’deki yüksek memnuniyet ve Japonya’daki görece düşük varyans ilk bakışta dikkat çekiyor. Dikkat çeken başka bir nokta da bazı ülkelerde tavan değer olan 10 puanın 9 puandan daha yaygın oluşu. Bildiğiniz üzere normal dağılıma uymayan bir durum bu.Bize iş düşmeden verileri de analiz de etmişler aslında. Bireyselcilikle mutluluk arasında bir ilişki saptanmamış.

B6ZDpdaIcAEfvQJ.png_large

Çalışmanın esas önemli noktası ise bireyselcilik ile mutluluk varyansı arasında bir ilişki gözlenmiş oluşu.

B6ZD9Z6IMAAfrag.png_large

Meali: Kolektivist (Doğulu) topluluklarda bireyler ne çok mutsuz ne çok mutlu görünüyor, bireyselci topluluklarda ise mutluluk konusunda her iki uçta bireylere daha sık rastlanıyor. Bu durum kolektivizmin duygu ifadesi üzerindeki baskısından ve bireyselciliğin duygu ifadesi konusunda bireyi daha özgür bırakmasından da kaynaklanıyor olabilir ve/veya hipotezimi destekler biçimde bireyselci topluluklarda iletişim araçlarının giderek daha da etkinleşmesi ile histerik bir kültürel yapılanma oluşup aşırı mutsuzluğun da görünür olma aracı oluşundan da. Türkiye ise kolektivizmden bireyselciliğe doğru giden rotada mutsuzluğun görünür olma aracı oluşunu “Güçlü kalamıyorum” memleri yerine Arabesk kültürü ile yaşamıştır diyebiliriz.

Ekran Resmi 2015-01-07 01.18.00

Buraya kadar zaten yeterince karışık mıydı? Biraz daha gayret edin, işlerin illa ki daha da karışacağı sosyal medya kısmına geldik, finali burada yapacağız.

Peki sosyal medyada mutlulukla ilgili bu karmaşık durum nasıl yaşanılıyor? Gözlemlediğim kadarıyla anonim hesapların daha az olduğu Facebook ve Instagram gibi platformlarda insanlar tam da bireyselcilikle türeyiveren aslında ne kadar mutlu olduklarını kanıtlama gayreti içerisindeler gibi. Instagram’da çok seçkin bir yerde, çok seçkin bir yemeğin çok seçkin bir filtreyle işlemlenmiş fotografı paylaşılır ya da Facebook’da terk edilmiş olsa bile “gidene kal” demez.

Twitter biraz daha farklı. Burada paylaşımlar gözlemlediğim kadarıyla daha açık olarak yapılıyor ve anonim hesap oranı da daha fazla gibi. En azından tweetlerin erişim gücü açısından anonim hesapların daha baskın olduğu bir ortam. Görebildiğim kadarıyla anonim hesapların olduklarından daha mutlu görünmek gibi bir dertleri yok. Üstelik bu durumu bir mutsuzluk güzellemesine savrulmadan yaşıyorlar. Hatta yetenekli olanları bu samimiyetsiz mutluluk güzellemesini karikatürize ederek toplum hizmeti yapıyorlar bence. Bazen insanlara kendi gerçekliğini hatırlatmak sarsıcı olma mecburiyetindedir. Bu anlamda anonim hesapların varoluşsal anlamda daha olgun bir tutum sergiledikleri kanaatindeyim. Her ne kadar ilk bakışta olgunluktan fersah fersah uzakmış izlenimi bıraksalar da, durum böyle sanırım.

Mutluluk güzellemesi

Son olarak bu “sanal kimlik” meselesini ne yapacağız? Sanal sözcüğü neredeyse sahte ile eş anlamlı olarak kullanılır oldu. Şimdi sorarım size; Hem çok mutluluk hem de çok mutsuzluk ifadeleri kısıtlanmış kolektivist bir topluluğun üyesi olan bir bireyin duygu ifadesi mi daha gerçek? Yoksa mutsuzluğun başarısızlık ve ayıplanma kaynağı oluşu dayatılmış bireyselci kültürün bir üyesinin duygu ifadesi mi? Yoksa anonimleşerek bu kültürel baskılardan -en azından kısmen- kurtulabilmiş bireyin duygu ifadesi mi? Sanal kimlikler özgürleştirir ve sanıldığının aksine kimliğe yabancı bir persona yaratmak yerine kendi gerçekliğine yabancılaşmış bir personadan ibaret kimliklerden kurtulmayı sağlıyor olabilir.

Troll konusuna da ayrı bir yazıda değiniriz belki.

Not: Son görseli kullanmama izin verdiği için sanatçı @zbdgb ‘e ve menejeri @safiye_faik ‘e teşekkür ederim.

 

 

 

 

 

3 comments

Arda için bir cevap yazınCevabı iptal et