Sardalyalar Cumhuriyeti*

Sıkça yaptığım bir şey olmasa da insanın diğer insanla ilişkisini anlamak için insanın hayvanla olan ilişkisine bakmayı teklif edeceğim ve bu yazıyı hayvan sevmeyen insan da sevmez’e bağlayanı da anti-klişe timinin çarpmasını ummaktan başka çarem yok.

Madem sizler bu yazıyı okurken Kurban Bayramı’nın son günü olacak, ineklerden bahsedeyim size. Aslında içinde inek geçen ilk garip hikayeye yaşlıca bir akrabanın İsviçre’den emekli olup köyüne yerleşmesiyle tanıklık etmiştim. Yıllarca inşaatlarda çalışarak kazandığı paranın ciddi bir kısmını köyünde bir çiftlik kurmaya harcamıştı. Kulağa garip gelmese de garip aslında, zaten yıllarca gurbette çalışmadan önce de çiftçilik yapıyordu, yıllarca bu eziyeti neden çekti madem? Yanıtı çiftliğinde gizliydi, hayvanlarla faydacı bir ilişki kurmuyordu, hayvanları kesmiyordu, sadece onları büyütüyor olmaktan keyif alıyordu. Bana çiftliğini gezdirirken nasıl da keyifliydi. Tekenin birinden bahsederken “Bu çok alıngandır abisi” dediğini hatırlıyorum. Hayvanlara türleri üzerinden değil, bizzat bireysel olarak birer karakter atfetmişti. Biraz palazlanan koç yavrusu onu süsüp (toslayıp) yere düşürdüğünde herkes çok endişelenmişti. Bizimki ise yavrusunun büyüyüp kendisini devirecek hale geldiği için hem sevinçli, hem de gururluydu. “Bana hava attı” diyordu.

İneklerden biri yavruladığında torunları olmuş gibi sevindi neredeyse. Fakat nüfus arttıkça bakım zorlaşıyordu ve buzağılardan ikisini komşu köyden birine satmak zorunda kaldı. Sonrasında ise neredeyse gün aşırı komşu köye gidip buzağılarının iyi bakım alıp almadığını kontrol etmeye başladı. Çok geçmeden adam bunalmış olacak ki buzağıları geri verdi. Buzağılar büyüdükçe ahır daha da dar gelmeye başladığından karışının da ısrarıyla düveleri kasaba sattı. Sonrasında vicdan azabı ve karısına öfkeyle karakterize bir iki aylık bir dönemi oldu. Evet, daha önce de çiftçilik yapmıştı ama o zaman hayvanları kesmek zorundaydı ve bu yüzden onlarla bu türlü bir ilişki kurmamıştı. Bu nedenle de hayvanlar kesildiğinde bu son durumla kıyaslanmayacak kadar sakin kalabilmişti.

İneklere ilişkin diğer bir sarsıcı anı ise oldukça ücra bir köyde pratisyenlik yaparken yaşamıştım. Nüfusu çok azalmış bir köyde sadece hatalı planlamadan (ya da o zaman da akıl erdiremediğim yerel politik dengelerden) ötürü kapatılmayan bir sağlık ocağına atanmıştım. Sağlık ocağında sadece bir ebe ve bir sağlık memuru vardı ve sıkıntıdan 2 sene önce birbirleriyle evlenmişlerdi. Bütün gün kayda değer tek bir olay bile yaşanmazdı. Köyün inekleri sağlık ocağının önündeki bir patikadan geçerek kendi başlarına otlamaya çıkarlar ve akşam olunca da kendiliğinden geri dönerlerdi. Bir gün ebe hanım her zaman olduğu üzere sağlık ocağının önüne sandalyesini atmış oturmaktayken bana seslendi: “Doktor Bey, şu gelen Mahmut Emmi’nin ineği var ya…”, “Eee?”, “Maltızların Hasan’ın ineği ile arkadaş.” Zaten sağlık memurunun, ebenin ve kendimin orada delirmeden nasıl yaşayabildiğimizi tam olarak açıklayamıyordum, sanırım o an geldi diye düşündüm. Ebe Hanım delirdi!

Sonra Mahmut Emmi’nin ineği tam sağlık ocağının önüne gelince durdu, dönüp mölemeye başladı. Maltızların Hasan’ın ahırından ineği çıktı, sağlık ocağının önüne gelince beraberce yola devam ettiler. Bu manzarayı sonraki iki yıl boyunca görmeye devam edecektim.

Evet, inekler birbirlerine bağlanabiliyorlar. Diğerine değil de birine bağlanıyorsa o birine bağlanmasının da bir sebebi var. Birbirlerinden farklılar. “Ne kadar farklı olabilirler ki?” dediğinizi duyar gibiyim. Şunu unutmayın ki ineklerin birbirlerinden çok farklı olamayacağını söyleyen o iç ses aynı zamanda bütün Çinlilerin de birbirine benzediklerini öne sürüyor. Enteresan biçimde Çinliler de bütün Batılıların birbirine benzedikleri kanaatindeler. Hatta batılıların iki parmakla gözlerini yana çekip çekik göz taklidi yaptıkları gibi, Çinliler de iki parmakla göz kapaklarını aşağı çekip “yuvarlak göz” taklidi yapmaktalar. “Yuvarlak göz değil mi, hepsi aynı işte!” Aynı dediğimiz de tembel, eğitimsiz ve pek de parlak zekalı olmayan anlamına gelebilir. Asya kökenli ABD vatandaşı kadın öğrenciler kadınlıklarına yoğunlaştıklarında sınav başarısının düşmesi, etnik kimliklerine yoğunlaştıklarında ise artması (1) belki buradan daha anlaşılabilir hale gelir. Bu kadınların bizzat kendi zihinlerine işlemiş bir basmakalıp (stereotip) bulunmaktadır: “Asyalılar zekidir ve kadınlar zeki değildir”

Bu basmakalıplama başımıza çok işler açıyor. Kişinin dahil olduğu gruba yönelik olabilse de dahil olmadığı grubu basmakalıplama daha belirgin olur. “Feministler yemek yapmaz” basmakalıplamadır, “Solcular tembel olur” da öyle. Peki “Başörtülülerin sinsidir”e ne diyeceğiz? Ben söyleyeyim, “başörtülüler” diye başlayan bir cümlenin devamını dinleyesim bile gelmiyor çünkü nasıl gelirse gelsin basmakalıp olacak gibi. “Öteki cenah”ı oluşturan bireylerin hepsi birden aynıymış, bireysel farklılıkları yokmuş ön kabulü aslında onların birey olmadığı gibi örtük bir sonuca götürür insanı. Fabrikasyon üretim gibi.

Diğerini birey olarak kabul etme ancak diğerinin davranışlarının arkasında bir zihinsel durum (ya da niyet) olduğunu varsayma ile mümkün. Karşı cenahı oluşturan bireylerin davranışlarının arkasında -istisnasız olarak- karşı cenahı tanımlayan her ne ise o kimlik bileşeninin olduğu düşünüldüğünde artık karşı cenahtakiler birey olarak algılanamazlar. Stanford Tutukevi Deneyi tutukluların isimleri alınıp numara verildiğinde ve üniforma giydirildiğinde gardiyanlarda türeyiveren sadistik eğilim nedeniyle yarım kalmıştır. Ülkemizde ise bu deneyin feriştahı (ne yazık ki akademik olmayan ortamlarda) yapılmıştı zaten.

Sorun şu ki insanın içindeki kötücüllüğü kontrol edebilmesi ancak diğeri ile empati yapabildiğinde mümkündür. Diğerinin zihinsel durumunun yadsındığı bu basmakalıplama halinde ise empati mümkün olamayacağından kötücüllüğün kontrol edilememesi de nadir olmayarak görünür. Üniversite öğrencisine tecavüz mü edildi? “Onlar yollu olur zaten, kuyruk sallamıştır!” Böylece kötücüllüğün -hem de kitlesel düzeyde- kolaylıkla meşrulaşabildiği bir korku ütopyası doğmuş olur.

Bir sığırcık ya da sardalya sürüsündeki hayvanların da davranışları vardır ama bu davranışlar tamamen onların sardalya ya da sığırcık oluşu ile açıklanabilir. Bizim akrabanın inekleri hakkında hissettikleri ile sardalyalar hakkında hissettikleri çok farklıydı. Basmakalıplama diğer insanları sardalyaymışçasına algılamaya neden olabilen bir yolun başlangıcıdır. Sardalyaların konserve edilmesi ile Yahudiler’in konsantre edilmesi pek de farklı duygular uyandırmayabilir bu yüzden.

Ekranlardan o parmak sallandığında duyduğunuz “Bunlarrrr” ifadesinin sizi böyle rahatsız etmesinin en önemli nedeni budur; Basmakalıplanmaktasınız. Peki siz ne kadar basmakalıplıyorsunuz acaba?

Diğer cenaha bizim ihtiyarın ineklerine yaklaştığı kadar bile yaklaşamıyor olan cenahlardan müteşekkil bir ülkede olmanın endişesini taşıyorum. Sardalyalar cumhuriyeti olmamanın bir yolunu bulmak zorundayız.
Bu arada herkese iyi bayramlar.

*Birgün Gazetesi’nin 27/9/1025 tarihli sayısında yayınlanmıştı.

1- Shih, M., Pittinsky, T. L., & Ambady, N. (1999). Stereotype susceptibility: Identity salience and shifts in quantitative performance. Psychological science, 10(1), 80-83.

Bir Cevap Yazın