Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor

“Nasılsın?” sorusunun, “memleket” sözcüğünü kullanmadan yanıtlanamadığı zamanlar yaşıyoruz. “İyiyim” demenin suçluluk yarattığı zamanlar. Ekonomik kriz, tutuklu gazeteciler, sürgün edilen akademisyenler, ihmal sonucu yitirilen yaşamların ortasında iyi olmak sorumsuz hissettirebiliyor. Bırakın iyi hissetmeyi, bunca derdin ortasında insanın kendi ilgi alanlarına yönelmesi bile suçlu hissettirebiliyor.

Oysa insan oyunbaz ve meraklı bir canlı. Konuyu biraz daha geriden alacak olursak, insan bilinen en neotenik canlılardan biri. Neoteni bir türün erişkin bireyinin yavrusundan görece az farklılaşması demek, daha düz bir ifadeyle çocuksu olması diyebiliriz. Farklı türlerin yavrularında, erişkinlere göre göz/baş oranının ve baş/gövde oranının büyük, bacak/gövde oranının küçük olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla bu oranların yavrulardaki gibi olması o türü neotenik kılar. Mesela insanın da baş/gövde oranı bir kurt ya da ayınınkinden fazladır. Hatta evcilleştirme süreci de bir canlıyı neotenikleştirir. Evcil köpeğin baş/gövde ve göz/baş oranları kurttan daha fazla, bacak/gövde oranı daha azdır. Evcil kediler için de aynı denklem geçerli. Neotenik formlar insanlara genel olarak sempatik görünür, merhamet duygusu uyandırır.

neoteni
Kaynak: https: https://en.wikipedia.org/wiki/Neoteny_in_humans
kedi shrek
Kaynak: https://giphy.com/
anime
Genel olarak çizgi film, özellikle de anime ve manga karakterleri ileri derecede neoteniktirler, bu yüzden daha sevimli görünürler. Kaynak:http://howtodrawmangas.com/post/30373665633/how-to-draw-manga-faces

Lafı uzatmayayım, yapısal (morfolojik) neotenik ölçütler haricinde, davranışsal neoteniden de bahsedebiliriz. Bir türün erişkinleri çocuk davranışlarını ne kadar sergiliyorlar meselesi yani. Bir türün erişkinleri sevgi gösterilmesine ne kadar ihtiyaç duyuyor, oyun oynamayı ne kadar seviyor, ne kadar meraklı… Tahmin edeceğiniz gibi insan son derece meraklı, oyunbaz ve sevgiye muhtaç bir tür. Özetle, insanda çocuksu davranışlar ve ihtiyaçlar sadece çocuklukta barınmaz, azalmakla birlikte ömür boyu devam eder.

huizinga homo ludens

Merak ve keşfetme ihtiyacından bahsedeceğim. Çocuklukta çok belirgin özelliklerdendir. Çocuk dediğin nesneleri kurcalar, ağzına atar, yere fırlatır, bir yerlere saklar… Biraz daha büyüyünce soru sorar, bazen yıldırırcasına sorularını tekrarlar. Fakat bunlar çocuklukta kalmaz, erişkinleşince nesneleri daha sistematik biçimde merak eder, onları incelemek isteyebilir ve bu sefer yapılandırılmış biçimde deneyler ve gözlemler yapmaya başlayabilir. Formu değişse de bu davranışın motivasyonu sabittir: Merak. İşte bu insanın neotenisi merak ve keşfetme ihtiyacının ömür boyu sürmesine neden olmuş ve şu anda dünya üzerindeki baskın tür olmasını sağlamıştır.

Merak ve keşfetme davranışı insan yavrusunun doğal özelliklerinden olsa da, John Bowlby çocuğun doğasının bu yönünü ancak bazı koşullar sağlandığında  sergileyebildiğini göstermiştir. Bowlby’ye göre insan yavrusunda (ve sonrasında erişkininde de) iki ayrı sistem bulunmaktaydı ve kesitsel bir anda bunların sadece biri etkin olabiliyordu: Bağlanma Sistemi ve Keşfetme Sistemi. Bağlanma sistemi çocuğun tedirgin olduğu anlarda devreye giriyor, çocuğun bağlanma nesnesine (muhtemelen annesi) yönelmesine, ağlayarak yardım istemesine, kucağa gelmek istemesine ve annesinin dizinin dibinden ayrılmak istememesine neden oluyordu. Eğer anne güvenli bir bağlanma nesnesi olabilirse çocuğun bağlanma sistemi sönümleniyor ve keşfetme sistemi devreye giriyordu. Annesinin varlığında sakinleşen ufaklık artık tekrar emeklemeye, yürümeye ve etrafı kurcalamaya başlar. Muhtemelen hayatının geri kalanı boyunca da merak edecek, yeni yerler görmekten hoşlanacak, arkadaşlarına soru soracaktır. Bowlby annenin bu sakinleştirici işlevini “Güvenli Üs” (secure base) olarak tanımlar. Anne çocuk için güvenli üs olamıyorsa çocuk annenin varlığında kısmen sakinleşse de ilgisini annesinden tekrar dış dünyaya yöneltmekte zorlanır. Aklı fikri annesindedir, annesine bakmaktan ilgi çekici oyuncaklara ya da renkli nesnelere bile zaman ayıramaz. Bu çocukcağız büyüdüğünde, romantik ilişkilerinin de böyle kaybetme kaygısıyla şekillenmesi muhtemeldir. Aslında kuramsal olarak a)anne güvenli üs işlevini kısmen karşılayabildiğinde çocuk annesinin dizinin dibinden ayrılmak istemez ve bu yüzden keşfe çıkamaz (kaygılı bağlanma), ve b) anne güvenli üs işlevini hiç karşılamıyorsa çocuğun anneye yakın olma gayreti sönümlenir ama güvende hissedemediği için yine keşfe çıkamaz (kaçıngan bağlanma). Daha önce bu konuyla ilgili epeyce yazdığım için bağlanma biçimleri bahsini uzatmayacağım. Bu farklı bağlanma biçimleri “Yabancı Durum Testi” denilen deneysel bir paradigma ile ölçülebilir, videoya buyrunuz:

İnsan sembolik bir canlı olduğu için bağlanma ve güvenli üs ihtiyacını karşılamak için sembolik kavramlar da üretebilmiştir. Çocuk için güvenli üs sadece annesi olabilirken, erişkin için yardım isteyebileceği ve isteyebileceğini bildiği için yardıma ihtiyaç duymaktan endişe etmediği kişiler, gruplar, yerler ve kavramlar vardır artık. Tanrı başlı başına sembolik bir bağlanma nesnesidir. “Anne” diye ağlayan bir çocuk ile “Allahım” diye yakaran bir inananın ruhsallığı birbirini andırır. (Elbette Tanrı imgesi medet umulurken dişil, cezasından korkulurken de daha eril biçimde ifade bulur zihinlerde). Kişi -eğer aidiyet hissediyorsa-, lisesi, taraftar grubu, cemaati, ümmeti, milleti, sınıfı, sendikası, meslek örgütü ve elbette memleketi bağlanma nesneleri ve dolayısıyla güvenli üs olarak işlev görebilirler.

Memleket de bağlanma nesnesi olabilir. Bazı insanlar köylerine döndüklerinde, köyün bütün konforsuzluğuna rağmen kendilerini son derece huzurlu hisseder. Son ekonomik kriz ortamında bazı kişiler en kötü olasılıkla köylerine dönüp bir süre hayatlarını idame ettirebileceklerini düşünerek rahatlayabiliyorlar mesela. Bu sadece köyün finansal olarak sürdürülebilir oluşuyla ilgili değil muhtemelen. İnsan, başına kötü şeyler geldiğinde sığınabileceğini ve kendini ait hissedebileceğini bildiği bir yerin oluşuyla son derece rahatlıyor.

Şimdiye kadarki kısmın özeti:

  • İnsan çocuksu bir canlıdır.
  • Çocuklukta daha belirgin olsa da bağlanma ihtiyacı da ömür boyu devam eder.
  • Keşfetme davranışı ancak bir bağlanma nesnesinin güvenli üs işlevi görmesiyle mümkündür.
  • Çocuk için bağlanma nesnesi temel olarak anneyken, erişkinde gruplar ve sembolik kavramlar da bağlanma nesnesi işlevi görebilir.
  • Erişkin de ancak bağlanma nesnelerinin güvenli üs işlevini karşılaması ile keşfedici davranışlar gösterecektir.

Şimdi can alıcı soruyu soralım: Ülkemiz insanları için güvenli üs işlevini ne kadar görüyor? Yani insanlar bir sorun yaşadıklarında ya da yaşama olasılığı belirdiğinde “Nasıl olsa Türkiye’deyim ve sorunum çözülür” gibi bir rahatlık hissedebiliyorlar mı? Pek çoğunuz için bunun absürd bir soru olduğunu tahmin ediyorum. Ne yazık ki ülkede çoğu insan kendini böyle hissetmiyor.

Bağlanma nesnesi olması hasebiyle memleket-anne alegorisi üzerinden devam etmek ilgi çekici olabilir. Kaldı ki ANAvatan denmesinin bir nedeni de olabilir… Canı yandığında, başı belaya girdiğinde, korktuğunda ya da karnı acıktığında (içsel ya da dışsal uyaranlarla strese girdiğinde) annesinin durumu çözeceğine güvenen bir bebek keşfetme davranışı gösteriyor. Ülkemiz içsel ya da dışsal uyaranlarla strese girdiğimizde durumu çözeceğine ilişkin ülke insanında bir güvence oluşturmuyor gibi. Bilakis Türkiye çocuğun derdini çözen ve sakinleştiren bir anneden çok derdin kendisi olan bir anneyi andırıyor. Kardeşlerden birini sürekli dövüyor, dövmediğinde de tehdit ediyor, “Ya bu evde mutlu ol ve beni sev, memnun değilsen de evden git” diyor. Diğer kardeş kayırıldığını düşünebilir ama anne ona da sürekli kaygı aşılıyor. “Mahalledeki bütün adamların gözü üzerimde, her biri tecavüz etmeye hazır, sakın yanımdan ayrılma” diyor bu diğer kardeşe. Arada baba da bunu diyor üstelik. “Bu ötekinden bir hayır gelmeyecek, hatta bu tecavüzcülerle iş tutuyor, ben malımı bilirim. Ama sen var ya, ancak sen anneni tecavüzden koruyabilirsin, sakın gözünün önünden ayırma onu” diyor. Bizimki kendiyle gurur duyuyor tabi, adam olmuş da anasını koruyor. Sürekli diğer kardeşi ezmeye, hakir görmeye hakkı var artık…

Şimdi bu ev ortamında, bu ailenin içinde, bu çocuklar ders çalışabilirler mi, ilgi alanlarını keşfedebilirler mi, yeni insanlarla tanışmaya ilgi duyabilirler mi…

İnsan meraklı ve keşfetmeye açık bir canlı. Kendini güvende hissediyorsa bir şeyleri kurcalamaya, merak etmeye başlar. “Aylak bakkal billurlarını tartarmış” diye bir atasözü vardır. Bu aylaklığı ve merakı küçümseyici bir ifadedir. Ülkemiz genel olarak güvende hissetmeye olanak tanımadığından “ekmeğinin peşinde” olmak daha olumlanan bir tutum olmuş. Oysa aslında bakkalımız burada bir ölçüm yapıyor. Bakkallığın bilime en yakınsadığı an olabilir bu uğraşı. Archimedes’in hamamda, Newton’ın ağaç altında keşifler yapmasının bir nedeni de boş duruyorken bir konu üzerinde derinleşebilme olanağının bulunmasıdır belki. Hatta antik Yunan’da bilim ve felsefenin böyle ilerlemesinin bir nedeni, coğrafyanın üniter bir devlet yapısına o dönemde müsade etmediği için şehir devletlerin oluşu ve insanların despotizmle karşılaşma olasılıklarının daha düşük oluşu, sonuç olarak da özgür düşünceye alan açılmasıdır belki. Diğer bir nedeni de kölelik, ticaret ve koloni gelirleri nedeniyle özgür yurttaşların aç kalma dertlerinin olmayışı olabilir. Sonuç olarak özgür yurttaşların kendilerini güvende hissettiği bir sistemde sanat, bilim ve felsefe alanında sıçrama yaşanmış.

Zihinlerine hayranlık duyduğu arkadaşları olacak kadar şanslı biriyim. Bu hayranlık uyandıran zihinlerin memleketten başka bir konuya odaklanamaması çok büyük talihsizlik. Memleket müsade etse, bu zihinler keşfetme sistemine geçebilseler, kim bilir neler çıkacak ortaya. Bakkal da olsa, bilim insanı da; herkesin memleketi dert etmemeye ihtiyacı var. İster billurunu tartar, ister atomu parçalar…

Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor” diye yazmış günlüğüne Ahmet Hamdi Tanpınar. İçini dökmüş. Benim de aklıma bir zamanların trajedi ikonu Küçük Emrah geliyor. “Yetiş Emrah, annene tecavüz ediyorlar!” şeklinde ikonik bir replik bulunur filmlerinden birinde. Ülke insanının hali daha bile trajedik görünüyor gözüme. “Yetişmezsen annene tecavüz edecekler” diyerek kaygıyı aşılayanların bizzat kendileri anne ve baba gibi.

Her insanın ailesini sevmeye ihtiyacı vardır. Yukarıda tarif ettiğim bu sembolik ailenin sevilebilir bir tarafını bulmaya çalışmak pek çoğu için son derece kasvetli bir süreç.

Not: Bu yazı ilginizi çektiyse şu, şu ve şunu da okumanızı önerebilirim.


Bu yazıyı yazdıktan sonra Mülkiye Marşının güftesi aklıma takıldı:

“Başka bir aşk istemez,

Aşkınla çarpar kalbimiz.

Ey vatan, göz yaşların dinsin,

Yetiştik çünkü biz.

Gül ki sen, neşenle

Gülsün ay, güneş, toprak deniz.

Ey vatan, göz yaşların dinsin

Yetiştik çünkü biz.”

Mülkiye Marşından beri pek yol alamamışız, Ahmet Hamdi de buna işaret ediyor anlaşılan. Yazıda annesi için endişelenmekten kendini alıkoymamayan o çocuğun büyüdüğünde başka bir kadına/adama aşık olması pek mümkün olamayacaktır. İşte aklı fikri annesinde olan bu çocuk da, annesine hemen hemen böyle yakaracaktır: “Gül ki sen; gülsün ay, güneş, toprak, deniz…” Şunu ifade etmem gerekir: Her çocuk anneye aşık olarak hayatına başlayacaktır. Bu aşkın ona iyi gelmesinin en önemli koşulu çocuğa güvenli biçimde ayrışabilir bir ortam hazırlanmasıdır. Gözlerini annesinden ayırabilen çocuk hem keşfetmeye açık olacak, hem de başka aşkları yaşama olanağı yaşayacaktır. Yani aşık olunan anne; çocuğun başka aşklar, hevesler, meraklar barındırmasına olanak tanıyorsa iyi annedir.

Bu duruma dair iki zıt tutumu de denk biçimde yanlış buluyorum: Apolitik ve salt vatansever tutumlar.

Apolitik tutum kendisini ya sinik söylemle (“Ben para kazanıyorum, krizi iktidara oy veren fakirler düşünsün artık…“) ya da bilim, sanat, ilerleme gibi başka kavramları alternatif olarak sunma ve öncelemeyi önermeye dair söylemler ile (“Bilime önem verin, ülkeyi bilim kurtaracak, politikayla uğraşmayın…”) kendisini gösteriyor. Yukarıda bahsettiğim gerekçelerden ötürü ülkeyi bilim ya da sanayi kurtaramayacaktır, ülke buna müsade etmemekte.

sinik

aziz_sancardan_genclere_gozunuzu_seveyim_politika_ile_ugrasmayin_cok_calisin_h76819

Salt vatansever olarak adlandırdığım tutumu ise Mülkiye Marşı ile cisimlendirebiliriz. Burada “kurtarılması gereken” ve “kurtarması gereken” rolleriyle ilişkilenilen diyadik bir sistem oluşmuştur. Taraflardan birinin bu rollerden çıkması durumunda ilişki devam edemeyecektir, dolayısıyla ilişkinin devam etmesi için rollerin de devam etmesi gerekir. Hülasa, birilerinin kendisini kurtarmayı arzu etmesinden memnun olan kişi hep kurtarılması gereken durumlara düşer. Mesela alkolik ile ailesi sıklıkla bu pozisyona yerleşirler.

Bir kadın memesine vatanı satarım.” Ahmet Altan’ın sıklıkla eksik -ve yanlış- alıntılanan cümlesi. Doğrusu “Bir kiraz ağacıyla bir kadın memesine, onların değerini bilmeyen her memleketi satmaya hazırım” olacaktı. Bir memleket, bir kiraz ağacıyla bir kadın memesine ya da genel olarak doğaya, estetiğe, felsefeye, bilime, sanata ilgiyi yöneltebilmeye müsade ettiği kadar kıymetlidir. Bireyin memleketini önemsemeyi sürdürürken, ilgi ve merakını bütünüyle işgal etmesine müsade etmemesi de zor, zahmetli ama gerekli bir pozisyondur.

7 comments

  1. Cem Yılmaz fundamentalistte diyor ya “Turk insani yuklerinden kurtulsa uçacak”, gecekten oyle. Ozellikle genclerin oyle yukleri var ki sırtlarında, gecim derdinin yaninda sanat ve bilim luks kaliyor. Elinize emeginize akliniza fikrinize saglik..

  2. Andrey Zvyagintsev’in Sevgisiz (Loveless) adlı filminin son sahnesinde anne karakteri Zhenya’nın büyük harflerle RUSSIA yazan eşofmanı…

  3. Yazılarınızın içeriği gerçekten çok güzel ancak cümlelerinizde oldukça fazla yazım ve anlam hatası var. Saygılar…

  4. Bu tipteki yazilari cok faydali buluyorum. Ama neredeyse %99u hep teshis üzerine oluyor. Elbette cözümü basit degil ama keske insanlari hastalik hakkinda bilgilendirirken , “tedavi” konusunda da bilgilendirebilseniz.

    Kapkaranlik bir odanin icinde kücücük bir mumu ellerine vererek insanlari tek baslarina birakiyorsunuz bence. Evet ülke hatta belki de cografya buna izin vermiyor ama biraz da “recete”yi verseniz – ki bu lambanin anahtarinin yeri olacak- insanlar biraz daha umutlu olabilecekler kanimca. belki de karanlikta cesaret edip o anahtara dogru yürüyecegizdir . basarilar , saygilar.

  5. “Sonuç olarak özgür yurttaşların kendilerini güvende hissettiği bir sistemde sanat, bilim ve felsefe alanında sıçrama yaşanmış.” Metekleri, köleleri ve kadınları ötekileştirerek özgürleşen antik yunandaki sıçramanın bu gün halen modernlik ideolojisini nasıl beslediği ve savaş ekonomisi olarak bize geri döndüğü sorunsalına dikkatinizi çekerim

Bir Cevap Yazın