Özgecan’ın Ardından- Erkekleri Doğuran Analar

semra-kaynana-simdi-ne-yapiyor-6715607_5921_m

Önceki yazıyı erkeklik 101 olarak özetleyebilirim. Şimdi kadınlık hallerine bir bakmak icap ediyor çünkü bu erkeklik mitosununun üretimi bir miktar da kadınlar tarafından gerçekleşiyor.

Coğrafyamızda kadının kaderi pek iç açıcı değil elbette. Devlette çalışırken gün boyu kocasının yok saydığı, kendi hayatının öznesi olamayan, kaynanasına ağzıyla kuş tutsa yaranamayan kadınları dinlerdim. Yıllardır İstanbul’da yaşayıp denizi hiç görmemiş kadınlar… Artık İstanbul’da başlık parası pek kalmadı ama yurdun genelinde halen mevcut. Kadının iffeti o ailenin ürün kalitesi adeta. İffetsiz kadın (kız değil, “bozuk çıktı”) ailenin pazar güvenilirliğini zedeliyor dolayısıyla ailenin diğer kadınlarının da pazar değerini düşürüyor. Evden kaçan bir kız kendi kız kardeşlerinin evde kalmasına neden olabilir. Evden kaçtı mesela… O zaman aile bunu ürünü pazardan geri çekerek çözmek zorunda: Töre cinayeti. Pazara “hatalı ürünleri kendimiz piyasadan çekiyoruz, dolayısıyla diğer ürünlerimize güvenebilirsiniz” mesajı verilmiştir böylece. Elbette kızlara da ailenin birer ürünü oldukları. “Bir müşterimin güvenini kaybetmektense milyon kaybetmeyi tercih ederim” demiştir aile. Ailenin adı/namusu denen şey marka değeridir yani. Aynı nedenle boşanan kadın ailesi tarafından her zaman öldürülmese bile hoş karşılanmaz, ya gönülsüzce baba evine kabul edilir ya da hiç kabul edilmez. Kadın sadece endüstri tarafından metalaştırılmıyor yani.

Evet, böylesine metalaşmış durumda olan kadının kendi hayatının öznesi olması beklenemez zaten. Evlenip kendi hayatını kurabileceğini umarken işlerin öyle olmadığını anlaması kısa sürecektir. Kayınvalide, kayınpeder, kayınbiraderler, görümceler ve eltilerle oluşmuş karmaşık bir sosyal ağın hiyerarşik ilişkisi içinde -ve elbette de bu hiyerarşinin en dibinde- bulur kendini. Sonu belli olmayan askerlik gibi adeta. Askerdeki yıkıcı hiyerarşi artık rütbesizlere de sirayet etmiştir. Bildiğin rütbesiz askerler arasında -mevzuatta herhangi bir dayanağı bulunmamasına karşın- daha eski devrelerin yeni devrelere tahakkümü vardır. “Beraber mi bot bağladık” mottosu ile hatırlatılır bu hiyerarşik pozisyon: “Ben boynumdaki zinciri senden önce takmıştım, dolayısıyla ikimizin de boynunda zincir olmasına karşın burada senden üstünüm. Eltiler arasında da benzer bir dinamik mevcuttur, bazı eltiler daha erken bot bağlamışlardır. Kayınvalideyi ise bu küçük grup dinamiğinde alay komutanı seviyesine konumlandırabiliriz ancak. İşte bu yüzden elti-görümce ayrımını bilmeden bu ülkede psikiyatrist olamazsınız.

Kadının şafağı karanlıktır. 45 yaşındayken bile kayınvalidesi tarafından çocuk gibi azarlanabilir. Elbette kocası annesine toz kondurmayacaktır. Bu kapandan kurtulmak mümkün müdür? Elbette zor da olsa bir yolu vardır: Gözünü kayınvalidesinin tahtına diker. Ya ömrü boyunca itilip kakılacak ya da hiç değilse ömrünün son demlerinde oğulları erişkinleşip iktidara geçtiklerinde oğulları üzerinden gizli iktidar kendi olacaktır. Bu yüzden erkek çocuk doğurduğunda sadece beklentileri karşıladığı için mutlu olmaz, kurtarıcısını doğurmuştur adeta. Ülkemizde her erkek çocuk biraz İsa Peygamber’in yükünü taşır dolayısıyla.

Kurtarıcı doğmuştur doğmasına da ya kurtarmazsa? Bunun için kadın oğlu ile sarsılmayacağına emin olduğu bir bağ kurmak zorundadır. Artık evin prensi, beyzadesidir oğlan. Bir dediği iki edilmez, gönlü hoş tutulur. Zalim babanın yüzünden adeta bir kül kedisi hayatı yaşamakta olduğu oğlana sık sık hatırlatılır. Hatta bu hayata bizzat oğlan yüzünden gönüllü olarak katlandığı bile ima edilebilir. Böylece “çilekeş anne” arketipi gerçekleştirilmiştir. Annenin bütün kutsiyeti çilesindedir. Mutlu, keyfi yerinde, hayatında haz alanları olan kadın ne yaparsa yapsın kutsal anne olamayacaktır. Oğlan dünyanın en mükemmel insanı olmakla birlikte annesine her daim borçludur. Anne oğlanı eleştirmez, kınamaz, kısıtlamaz. Kabahati olsa da babasından gizleyerek suç ortağı olur. “Baban duymasın” sık sık tekrarlanır. Baba tekinsiz, anne ise şefkati sonsuz bir melektir. Evet, temel bağlanma nesnesi annedir ve oğlumuz farkındadır ki annesinin gözü kendisinden başka bir şey görmüyordur.

Son bir kriz kalmıştır: Gelin. Kadının yıllardır sürdürdüğü ayatının en önemli yatırımının bir el kızı tarafından heba edilmesine müsade edilemez. Oğlan evlenmeden önce çapkınlıkları görmezden gelinir hatta olumlanır. Kızlarla gezsin tozsun ama kendini kaptırmasındır. “Sana kız mı yok?”. Böylece oğlana hayatında tek ve önemli bir kadın olmak zorunda olmadığı, kadın dediğinin elinin kiri olduğu iyice belletilir ki evlenince budala gibi karısının ağzına bakmasın. Oğlan evlenecek olduğunda hemen bir kriz çıkarılır. Elbette oğlan annesine toz kondurmayacaktır. Erkeklik bunu gerektirir. Böylece yeni geline yeri aileye girer girmez hatırlatılmış olunur. Artık bir kayınvalide olarak oğlu üzerinden iktidardadır. Sonunda…

HBOs-Game-of-Thrones-Cersei-Lannister-sits-on-the-Iron-Throne

Henüz bütün silahlarını kullanmamıştır. Meğer ki biraz ihmal edildiğini hissetsin, en büyük kozunu her an devreye sokabilir: Sağlık. Tansiyonu çıkmıştır, bayılmıştır, çarpıntısı vardır… Elbette oğlan karısının dizinin dibinden kalkıp kendisini hastaneye getirecektir. Oğlan annesinin evine gelir,  bütün o maço ifadesi bir anda okulun ilk günü anneden ayrılırkenki mimiklerle yer değiştirir. Annesi yaşayacak mıdır? Hastaneye gidilir. Doktor ilgilenmiyor mu? O acil serviste taş üstüne taş bırakılmaz. Annesinden bunu öğrenerek büyümüştür: Kendisi dünyadaki en mühim insandır ve bir beyin kanaması olan hasta bile kendisinin ve kıymetli annesinin bekletilmesi için yeterli neden değildir.

Anne bu sistemin işleyebilmesi için anneliğin kutsandığı ideolojik bir zemini korumalıdır, o yüzden bu ideolojinin -sadece annelikle ilgili kısmının değil bütününün- fanatik bir takipçisi olacaktır. Tecavüz mağdurları o saatte gezmesinler, kadın dediğinin yeri evidir, ben bilmem beyim bilir… Bu durum bir kültüre dönüştüğünde makbul kadın olmak için çok daha önceden de erkekliğin propagandasını yaparken bulabilir kendini. Henüz ne evlidir ne de çocuğu vardır ama etrafından gördüğünü duyduğunu tekrarlıyordur işte. Tecavüzcülere cezaevinde tecavüz edilmesi gerektiğini ifade etmekten çekinmez örneğin. Henüz oğlu yoktur ama erkekliğin söylemiyle ikame fallus edinebilmiştir. Olduğu kadar işte…

Oğlan hiç sınır konulmadan, hiç reddedilmeden büyütülmüştür. O yüzden sınırlarını bilemez, her şeye layıktır elbette. Erişkinliğinde de bir kadının kendisini reddetmesi de bu yüzden mümkün değildir. Bir kadının isteyebileceği her şeye sahiptir, neden reddedilecekmiş ki? Yine de eşyanın tabiatı reddedilecektir. O zaman reddeden kadında bir gariplik vardır. Kendisine tamah etmediğine göre tatminsizdir bu kadın, orospudur belli ki. Elbette öyledir, hem de kendisini kandırmayı başaracak kadar yetenekli. Çok tehlikelidir dolayısıyla. Yok edilmelidir. Hem yok edilmezse kendisinin reddedilebilir olduğunun nişanesi olarak dünya üzerinde var olacaktır. O yüzden işler bu raddeye gelmeden, henüz sevme ve sevilme olasılığı devam ediyorken son kez ihtar edilir: “Ya benimsin ya kara toprağın…”

Evet, kadının o muazzam çaresizliği içerisinde sonunda kendi hayatının öznesi olabilme çabası dönüp dolaşıp kadınların çaresizliğini yaratan bir düzeni yeniden üretmiştir.

3 comments

Bir Cevap Yazın