Metropoldeki aynalanma ve bağlanma açlığı bir direnişin temel dinamiği olabilir mi?*

Transit Strike Looms For New York City Commuters

Gezi Parkı protestolarını anlamak çok da kolay değil. Örneğin 3. köprü için milyonlarca ağaç kesilecek ve kesilmeye başlandı, 3. havaalanı ile birlikte İstanbul nüfusunun 25 milyona dayanması bekleniyor, bu durumda İstanbul hava kirliliği, trafiği ve sıkışıklığı ile tamamen yaşanılamaz bir kent olacak. Yine de eylemler 3. köprü ekseninde değil, Gezi Parkı nedeniyle patlak verdi. Neden acaba? Diğer bir muamma da başkaldırının yoksullukla mücadele eden örgütlü insan kitlelerinden gelmesi beklenirken, KONDA Şirketi’nin 6-7 Haziran tarihlerinde yaptığı araştırmaya göre (1) eylemcilerin %43’ü üniversite mezunu, %93’ü herhangi bir oluşum adına değil kendilerini temsilen protestolara katılmış, %44’ü ilk defa bir eyleme katılıyor, %58’i özgürlüklerin kısıtlanmasına karşı durmak için eylemde bulunuyor (ağaçlar için diyenler %20), %49’u polis şiddetini görünce eyleme katılmaya karar vermiş (ağaçlar sökülmeye başlandığında diyenler %19). Sayılar şu şekilde özetlenebilir: Eylemciler iyi eğitimli, orta sınıf, polis şiddeti ile tetiklenen özgürlük söylemleri için alandalar. Bu kitle nasıl oldu da bir direniş başlattı ve ölümlü olayların bile gerçekleşmesine karşın bu direnişin arkasında durabildi?

11 Haziran Salı günü Taksim meydanında atılan gaz bombalarını görmüşsünüzdür. Polisin tek başına kalmış engelli bir direnişçiye basınçlı su sıktığı, bütün Taksim Meydanı ve etrafının gaz bulutu ile kaplandığı görüntüleri hatırlayacağınızı umuyorum. Ben de oradaydım ve bulunduğum yer itibariyle güç de olsa kendimi Gezi Parkı’na atabilmiştim. Parkın içinde çok enteresan bir manzara vardı. Parka sığamayacak kadar çok sayıda insan güçlükle kendini parka atmış, etrafa halen düşmekte olan gaz fişeklerinden ne yana kaçacağını kestirmeye çalışıyordu. Nefes almak herkes için çok güçleşmişti, herkesin burnu akıyor, kimse göz yaşarmasından önünü göremediği halde halen gazlardan kaçması gerektiği için önündekine çarpmamak amacıyla bir eli önünde hareket ediyordu. İniltiler, ağlamalar arasında en sık duyulan cümle şu oldu: “Mendili olan var mı?”! Evet, ben de dahil pek çok kişi, bu katastrofik ortamda burnumuza nüfus eden ve muazzam rahatsızlığa neden olan gazdan kurtulmak için mendil aramaktaydık. Kimse burnunu yere sümkürmeyi bu perişanlık içinde bile kabul etmiyordu. Bu kitle nasıl oldu da bir direnişi başlattı ve sürdürdü?

Bu soruların mutlak yanıtları belki yıllar sonra şekillenecek. Yine de durum sıcaklığını koruyorken konuyu iki boyutta ele alabiliriz: Neden direniş ve neden Gezi Parkı.

Neden Gezi Parkı?

İnsan yavrusunun gelişim ve insanlaşma sürecinin peşinden yanıtın izini sürmeyi teklif edeceğim. İnsan yavrusu doğduğunda pek bir çaresizdir. Beslenme, korunma, temizlenme gibi temel ihtiyaçlarını karşılayamadığı gibi, bu ihtiyaçlara ilişkin bir sözlüğü bile yoktur. Acıkması, gazı olması ya da üşümesi henüz birbirinden ayırd edemediği, çözümünün mümkün olup olmadığına ilişkin bir fikrinin zaten olmadığı kötü, katastrofik durumlardır. O yüzdendir ki yeni doğmuş bir bebek karnı acıktığında o kadar ani ve kuvvetli biçimde ağlamaya başlar ki deneyimsiz ebeveynler bu tepkinin açlıktan olamayacağını düşünüp endişelenebilirler. Bu katastrofik tablo, bebeğin bakım süreci içerisinde annesi tarafından sürekli aynalanması ile dağılmaya başlar. Anne “yansıtma işlevi” (reflective functioning) ile bebeğe bakar ve “Kıyamam, karnı acıkmış” der. Bunu ne bebeğin hissettiği kadar yıkıcı bir endişe ile ne de tamamen duygusuz biçimde yapar; bebeğin duygusunu alır, işlemler, sindirilebilir haliyle bebeğe geri yansıtır. Tekrarlayan bu süreçler içerisinde artık bebeğin his ve duygularına karşı bir sözlüğü oluşmaya başlar. “Evet, karnım acıktı ve annem bunu daha önce çözmüştü, yine çözebilir.” İnsan yavrusunun konuşması bu temsili sözlüğün oluşmasından sonra mümkün olabilmektedir. Fonagy’nin de belirttiği gibi (2) bakım verme sürecinde yansıtma işlevinin tekrarlanması çocuğun kendi zihinsel ve duygusal durumlarının farkında olmasını sağlayacak, bu sayede diğerlerinin de zihinsel ve duygusal durumları hakkında çıkarımlar yapabilecektir. Zihin Kuramı (Theory of Mind) denilen yetenek işte bu şekilde gelişir. Zihin Kuramı işlev bozukluklarının Otistik Spektrum Bozuklukları ve bazı şizofreni tiplerinin çekirdek patolojisi olduğu düşünülmektedir.

Bunun yanı sıra yansıtma işlevi sağlıklı biçimde işlediğinde çocuk olumsuz duygularını tolere edebilmeye başladığından dolayı yalnızlığı tolere edebilen ama diğerlerinin varlığından da keyif alabilen, yani sağlıklı bağlanan bir birey olarak hayatına devam eder. Bağlanma ve aynalanma gereksinimi elbette erişkinlik yaşamı boyunca da devam etmektedir. Buna karşın metropol yaşamı insanlara gün içerisinde binlerce diğeri ile kısıtlı ve yüzeyel bir temastan başka olanak sunmamaktadır. Mahallenin bakkalı önceden bizler için içsel bir nesneyken, süpermarketin kasiyeri kimliksiz birisidir bizim için. Bizimle eğitimlerini aldığı biçimiyle temas eder, zaten iki ay sonra yerine bir başkası da geçebilir. Zaman baskısını da denkleme eklersek, hiçbirimizin bir ilişkisi yoktur market kasiyeriyle. Geleneksel yaşam biçimlerinde akrabalık, komşuluk ve dostluk gibi önemli kavramlar metropolde oldukça yüzeyel biçimde sürdürülebilmektedir. Burada herkesin birbirini sevdiği bir mahalle nostaljisi kurgulamak değil niyetim, mahalle sakinleri arasında sevmeseniz, rahatsız olsanız, kızsanız bile gerçek insanların olması bize diğerini armağan eder ve insan kalabilmek için bu diğerine muhtacızdır. Metropoldeki bu ilişki biçiminin bağlanma gereksinimini karşılayamayacağı muhakkaktır. Diğerinin nesneleşemediği ve anonimleştiği bu ortamın aynalanma gereksinimini de karşılayamayacağı ortadadır. Ortam adeta çepeçevre aynayla kaplı bir odaya dönümüş ve aynadan yansıyan imgelerin çokluğu ile yansıma bulanıklaşmış ve boğucu bir his bırakmaktadır artık metropolde.

Metropol üretim araçlarının ve pazarın bir araya toplanması nedeniyle kapitalizm için sine qua non hükmündedir fakat insanın doğal yaşam alanı değildir. İnsan tarihi boyunca küçük gruplar halinde yaşamıştır ve zihin yapısı buna göre şekillenmiştir. Bu konuda en popüler kanıt şüphesiz Dunbar’dan gelmiştir (Metin kutusu 1). İşte Gezi olaylarının bir parkın AVM’ye çevrilmesine tepki olarak başlaması bu bağlamda tesadüf olmayabilir. AVM metropolün insansı teması minimalize eden ve ötekini anonimleştiren kimliğinin abidesi iken, parklar bu tür temasların hala mümkün kalabildiği naif vahalar olarak değerlendirilebilir.

Ötekinin anonimleşmesi halinin insanlığı nasıl deforme edebileceği muhtemelen “Seyirci apatisi” (bystander effect) denilen psikolojik fenomende gözlenebilir. Seyirci apatisi fenomeni ile bir kişinin ölmekte olduğunun anlaşılmasına karşın diğer insanların harekete geçmemesi hali tanımlanmaktadır ve elbette ki bu tepkisizlik hali ancak karşılıklı anonimleşme ile mümkündür. Bu konuda bildiğim kadarıyla bir çalışma olmamasına karşın bu durum neredeyse her zaman metropollerde yaşanmaktadır. Grup bağlılığı arttıkça seyirci apatisi etkisi azalmaktadır(3), bu durum metropol için en azından bir çıkarsamada bulunmamıza yardımcı olabilir. Ülkemizde de metropollerde yere düşen bir kişinin yanından kayıtsızca gelip geçildiğine şahit olabilmekteyiz oysa kasaba yaşantısında ya da metropolde yaşamasına karşın bu kasaba kültürüne tutunmaya devam eden bireylerde, kazazedeye zarar verme pahasına bile canhıraş bir yardım çabası göze çarpmaktadır. Bütün bu argümanın protesto eylemlerinindeki izdüşümlerini şu şekilde izleyebiliriz: Öncelikle eylemlerin İstanbul ve Ankara olarak sayabileceğimiz metropoller ile Türkiye’nin pek çok kasabasında hem nicelik hem de nitelik olarak oldukça farklı biçimlerde seyretmesi dikkat çekicidir. Kasabalarda eylemler bilindik protesto biçimini korurken metropollerde direnişe evrilmişlerdir. Bu durum metropollerde çok yoğun ve yaşamsal bir ihtiyacın karşılanmasına yönelik bir eylemlilik olduğu şeklinde okunabilir. Parkın içerisinde yana yıkıla kağıt mendil arayan direnişçiler de ilgi çekicidir. Park artık bu insanların köyü olmuştur. Orada metropolün anonim kimliği ile değil otantik varlıkları ile bulunmaktadırlar, dolayısıyla benlik saygılarını düşürecek bir davranışta bulunamamışlardır, en perişan hallerinde bile. Yine KONDA araştırmasına dönecek olursak direnişçiler oldukça iyi eğitimlidirler. Burada metropole sığınmış olan ezilen kitelerin derhal yerel dernekler vs… aracılığıyla kendi sosyal ortamlarını yeniden tesis etme çabasına giriştiklerini hatırlamak gerekir. Direnişe katılanlar ise bayram tatillerinde memleketlerine gitmeyen metropol insanıdırlar, dolayısıyla kentin orta yerindeki bir park insani varoluşları için diğerlerinden daha hayati bir noktadadır. Yine unutulmaması gereken direnişin temel dinamiğinin Gezi Parkı’ndaki ağaçlar değil, parkın dönüştürülmesini protesto eden kişilere uygulanan şiddet olmuştur. Bir araya gelinebilecek bir yerin elden gitmemesi için bir araya gelen insanları dağıtma eylemi kitleleri sokağa dökmüştür. Karşılanamayan temel ihtiyaç kalabalık arasında biraraya gelememek midir? Eylemcilerin bunları düşünerek meydanları doldurduklarını düşünmüyorum. Kitlenin çoğunluğunda tam olarak adını koyamadıkları bir ihtiyaçların karşılanmamasının öfkesi şeklinde tezahür etmiş olabilir bu dinamik. Bir asfalta yazılan “kahrolsun bağzı şeyler” sloganının hızla popüler oluşu da bu perspektiften ele alınabilir belki.

Dolayısıyla bu başkaldırının Gezi Parkı etrafında belirmesinin esas nedenlerini insan olarak varlığımızı sürdürebilmemiz için ötekinin varlığının zorunlu olması, metropol yaşamının ise bize anonim ötekiler sunarak bu işlevi yerine getirememesi, bu işlevin yerine getirelemediği durumların insaniyet başlığı altında tanımladığımız pek çok vasfı deforme ediyor olması ve bu işlevin metropolde gerçekleşebileceği alanların sadece parklar ve meydanlar oluşu olarak sıralayabiliriz. Direnişçilerin pek çoğunun bu dinamikleri örtük ya da aşikar biçimde taşıdıklarını düşünmekteyim.

Neden Direniş?

İnsanları öfkelendiren pek çok olay yaşanmaktadır fakat insanlar bunların pek azı için protesto yapmakta ve oldukça nadir olarak direnişe kalkışmaktadırlar. Sonuçta direniş toplum düzenini derinden etkileyen bir tutumdur. Bir memnuniyetsizliğin direnişe varmasına engel olan etkenleri toplumsal değerler, kanunlar ve bireysel olarak süperego baskısı olarak sıralayabiliriz. Süperego baskısı direnişçilerin eylemlerinin meşruiyetlerine büyük ölçüde inanmaları ile geçilebilmiştir. Süperego temsili bulunmasa bile toplumsal değerler bir davranışı ketleyebilir. Örneğin sevgilisiyle öpüşmesinin ayıp olmadığını düşünen birisi Cihangir’de bu davranışta bulunabilir ama memleketinde sevgilisiyle öpüşmekten kaçınabilir. Direniş eylemi için de benzer biçimde akıl yürütmek mümkündür. Kişi meşruiyet zemininde yaptığı eylemle ilgili baskı hissetmezken küçümsenme veya ayıplanma şeklinde tezahür eden toplumsal bir baskı nedeniyle eyleme geçmeyebilir. Bir kasabada yaşayan arkadaşım, katıldığı protestolarda apartman komşusu olan polis komiseri ile sürekli karşı karşıya geldiğini aktarmıştı. Bu durum hem polisin hem de göstericilerin şiddet eylemlerini engelleyen bir durumdur. Tıpkı kasabalarda insanların trafikte çok daha tahamüllü davranması gibi. Kasabada diğer arabadaki sürücü anonim değildir çünkü, ya doğrudan tanışılan ya da sadece bir ortak tanıdık kişi mesafesindeki birisidir. Metropoldeki diğer sürücü ise anonimdir. Bu nedenle trafikte her türlü hak ihlali ve saygısızlık yaşanabilir metropolde. Direnişçi de anonimdir hallkın diğer kısmına karşı, bu yüzden okumuş insanlar, doktorlar, yönetmenler, müdürler, öğretmenler barikat başında bekleyebilmişlerdir. Kasabadaki arkadaşım bir barikat yapmaya kalksa ertesi güne kadar öğrenci ve velilerinin hepsinin haberinin olacağına eminim. Bu minvalde ötekinin anonimleşmesine itiraz direnişin temel dinamiği olmasına karşın anonimleşerek direnmek mümkün olabilmiştir ancak. Bu durum antikapitalist direnişçilerin benimsediği Guy Fawkes maskelerinin seri üretimle çoğaltılıp ithal edilmesi gibi ilgi çekici bir paradokstur.

Tam da bu noktada neoliberal politika ve söylemlerin yerleşik toplumsal değerlere nasıl saldırdığını da hatırlamamız gerekir. Bu ülkenin cumhurbaşkanı memur maaşlarının düşüklüğü ile ilgili “Benim memurum işini bilir” diyerek rüşvet ile ilgili bilgisi olduğunu bildirmiş hatta durumu onaylamıştır. Önceden hızlıca zenginleşmek kuşku ve ayıplanma ile karşılanıyorken şimdilerde yerinde saymak başarısızlık ve küçümsenme nedeni olmuştur. Önceden yediğimiz iyi bir yemeği saklama ya da af dileyerek bahsetme ihtiyacı duyarken şimdi anında fotoğrafını çekip yüzlerce kişiyle paylaşır olduk bu liberal kültür nedeniyle. Bu coğrafya kültüründe “büyüklerin kararlarının sorgulanmayacağı” anlayışı da yerleşikti ve sıklıkla büyüklerin yerini devletin aldığı da olurdu. Bu durum sosyal psikolojide otoriteryanizm olarak adlandırılmaktadır. Neoliberal politikalar yaşlılığın ve tecrübenin de değerini devalue etti; adeta bilge arketipi olan ihtiyar bir anda elektronik okur yazarlığı olmayan, olsa da”netiket” (netiquette) kavramından haberi olmayan cahil insana dönüştü. Artık babalar, amcalar mail hesabı bile açamayan cahiller, Wikipedia veya Google ise bilgelerdi. Hesaplanamayan ise bu devalüasyondan devletin de baba temsili olarak nasibini alacağıydı kuşkusuz.

Bir memnuniyetsizlik Maslow’un ihtiyaçlar piramidindeki herhangi bir maddenin aşırı düzeyde engellenmesi ile direnişe dönüşebilir. Elbette piramidin tabanını oluşturan açlık, barınma gibi temel ihtiyaçların karşılanmıyor oluşunun bir direnişin dinamiğini oluşturması daha olasıdır fakat güncel olaylarda gördüğümüz tablo daha farklıdır. İnsanlar öncelikle adalet ve saygınlık gereksinimleri dolayısıyla direnişe katılmışlardır. Bu durum da bir muamma olarak görülebilir fakat unutulmaması gereken hak arama davranışının insanlara özgü bir durum olmadığıdır. Kapuçin maymunları ile yapılan çalışmalar haksızlık karşısında protesto ve grev gibi müesseselerin maymunlarda da mümkün olabileceğini gözler önüne sermiştir (Metin kutusu2). Haksızlığa uğrama diğer pek çok canlı türünde, elindeki kaynakları da feda edecek biçimde tepkilere yol açabilmektedir. Dolayısıyla hak arama ve saygınlık gibi ihtiyaçlarla beslenme ve barınma gibi ihtiyaçlar arasında hiyerarşik bir ilişkiye gönderme yapan piramit şeklindeki tasarımı nedeniyle Maslow tekrar sorgulanmalıdır.

Benlik saygısının zedelenmesi başlangıçta ağaçlar için ağaçlara sarılarak eylem yapan naif göstericilere yapılan saldırı ile başlamıştır. Bu eylem nedeni ve eylemlilik biçimi o kadar naifti ki diğer insanlar kolaylıkla bu kişilerle özdeşim kurabildiler. Bu noktada “temel yükleme hatası” (fundemental attribution error) denilen psikoloji fenomenine değinmek gerekir. Bu fenomen ile birinin yaşadığı mağduriyeti kurbanın kendisinin kabahati ile açıklamaya çalışma eğilimi anlatılmaktadır. Örneğin insanlar kendi evlerine yaşanılan bir hırsızlığı talihsizlikle, komşusunun evindeki hırsızlığı ise komşunun tedbirsizliği ile açıklama eğilimindedirler. Komşunun başına gelen talihsizliği komşunun tedbirsizliği ile açıklamak, kendisi başına aynı talihsizliğin gelme olasılığını zihinsel olarak minimalize etmekte ve bu durumla ilişkili kaygıyı azaltmaktadır. Daha önceki protestolara uygulanan şiddeti temel yükleme hatası ile “mutlaka haketmişlerdir” şiarı ile açıklayabilen kitleler, Gezi Parkı ile ilgili olabilecek en naif eylem gerekçesinin (bir parkı korumak) en naif eylemlilik biçimiyle (ağaçlara sarılmak…) gerçekleştirilmesi karşısında bu düzeneğe başvurma olanağını yitirmişlerdir. Artık ne kadar naif olursa olsun bir hak arama davranışında bulunmaları gerekirse devlet şiddetiyle karşılaşabilecekleri gerçeği inkar edilemez hale gelmiştir. Bu göstericilere reva görülen sertlik benlik saygılarının zedelenmesindeki ilk adım oldu. Süreç boyunca resmi makamların tekrarlayan küçültücü tavır ve söylemlerinin benlik saygılarının korunması yönündeki dinamiği daha da arttırdığını çıkarsayabiliriz.

Sonuç olarak adalet duygusu, benlik saygısı ve ötekine olan ihtiyacın karşılanmadığı mevcut durumun bu direnişin temel dinamiğini oluşturduğu kanaatindeyim. Direnişin dinamiklerin hem iktidar hem de halk tarafından daha net anlaşılmasının, direnmeye gerek kalmadan temel gereksinimlerin karşılanmasının en önemli adımı olacağı düşüncesindeyim. Bu minvalde mevcut analizdeki boşluklar veya hatalarla ilgili bir tartışmanın zenginleştirici olacağını düşündüğümün bilinmesini isterim.

Metin Kutusu 1

Dunbar (4) sosyal işlevlere özelleşmiş olan neokortikal bölgenin hacimlerini primatların doğal ortamlarındaki grup büyüklükleriyle karşılaştırmış ve doğrusal bir ilişki bulmuştur. Yani bir primatın neokortikal bölge hacmi arttıkça grup büyüklüğü artmaktadır. Aynı denkleme insanın neokortikal hacmi eklendiğinde sonuç ilgi çekicidir: İnsanın doğal ortamında grup büyüklüğünün 150 bireyden ibaret olması gerekmektedir. Bu 150 sayısı endüstriyel psikolojiden antropolojiye kadar pek çok alanda kendini göstermektedir. İlginç biçimde yakın tarihli bir araştırmada (5) kullanıcıların takip ettikleri kişi sayısı kaç olursa olsun kesitsel bir anda Twitter üzerinde yaklaşık 150 kişi ile etkin biçimde etkileşime geçebildikleri gösterilmiştir.

Metin Kutusu 2

de Waal tarafından yürütülen deneyde (6) Kapuçin maymunları kafeslerine konulan jetonları çalışmacılara getirmeleri karşılığında salatalık ile ödüllendirilmişlerdir. Yan kafesteki maymunlara aynı işin karşılığı olarak üzüm verildiğinde ise salatalık verilen maymunların %80’i kafeslerindeki jetonları toplamaktan vazgeçmişlerdir. Deney tekrarlandıkça bu oran daha da artmaktadır. Bazı maymunların ise yan kafeste ödül olarak üzüm verildiğini gördükten sonra kendilerine verilen salatalığı çalışmacıya geri fırlattığı gözlenmiştir. Çalışma adalet duygusu ve ihtiyacının evrenselliği ile ilgili atıflara kuvvetli bir kanıt olarak yorumlanmaktadır.

Kaynaklar:

1) http://t24.com.tr/haber/konda-gezi-parki-anketi-cikardi/2318892
2) Fonagy P, Target M. Attachment and reflective function: Their role in self-organization. Development and Psychopathology, 1997: 9, 679-700.
3)Rutkowski G. K, Gruder C. L, Romer D. Group cohesiveness, social norms, and bystander intervention. Journal of Personality and Social Psychology. 1983: 44(3), 545-552.
4)Dunbar, R (1992) Neocortex size as a constraint on group size in primates, Journal of Human Evolution 20: 469-93
5)Gonçalves B, Perra N, Vespignani A. Modeling users’ activity on twitternetworks: validation of Dunbar’s number. PLoS One. 2011;6(8)
6)Brosnan SF, De Waal FB. Monkeys reject unequal pay. Nature. 2003 Sep 18;425(6955):297-9.

*Popüler Psikiyatri Dergisi 74. sayısında yayınlanmıştır.

One comment

  1. Maslow un ihtiyaçlar piramidi yerine maymunlar kadar olamayıp hakkını aramaktan aciz kalan insanoğlunu sorgulayalım

Bir Cevap Yazın