Önce Saffet Murat Tura’dan alıntılayalım:
“Lacan’ın bastırma mekanizmasını tanımlaması dilbilimsel bir metafor kavramına dayanır… Bir örnek daha aydınlatıcı olacaktır:
“Daha hayatının gençlik yıllarındaydı” cümlesinde “gençlik yılları yerine “bahar” ikame edilebilir: “Daha hayatının baharındaydı.” Lacan’a göre insan kendi gerçekliğini giderek üst üste yığılan metaforlarla düşünür, böylelikle kendi gerçekliği ile düşüncesi arasında bir uçurum meydana gelir. Üst üste yapılan metaforlar ardında bilinçdışı simgeler kalmıştır. İnsan kendi gerçekliğini giderek daha toplumsallaşmış simgelerle düşünür ve dile getirirken esas gerçekliğini dile getiren simgeleri geride, bilinçdışında bırakmış olur. Kültürün simgesel düzeninin sağladığı hatta empoze ettiği metaforlar zinciri, bastırmadan başka bir şey değildir…”
Freud’dan Günümüze Psikanaliz kitabında bu pasajı ilk okuduğumda aklıma prenses ve bezelye tanesi masalı geldi. Onu da şuraya alıntılayalım:
Bir zamanlar bir prens varmış. Bu prens evlenmek istiyormuş, ama evleneceği kişi gerçek bir prenses olmalıymış. Böyle birini bulmak için bütün dünyayı dolaşmış, ama çok büyük bir hayal kırıklığına uğramış. Çünkü, karşısına çıkan prenseslerin hakiki olup olmadığını bir türlü anlayamıyormuş. Hep eksik bir şeyler bir şeyler oluyormuş. Sonunda üzüntü ve umutsuzluk içinde yurduna dönmüş.
Bir gece korkunç bir fırtına çıkmış; şimşekler çakıyor, gök gürlüyor, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor, kıyametler kopuyormuş. Derken sarayın kapısı çalınmış, yaşlı kral gidip kapıyı açmış. Fakat, o da ne? Kkapıda, yağmurdan ve fırtınadan perişan olmuş bir zavallı bir kız duruyormuş. Üstelik her tarafından sular akan, tepeden tırnağa sırılsıklam olmuş bu kız, gerçek bir prenses olduğunu söylüyormuş.
“Eh, anlarız bakalım!” diye düşünmüş yaşlı kraliçe, ama kimseye bir şey söylememiş. Yatak odasına gitmiş, yere bir bezelye tanesi koymuş. Bu bezelye tanesinin üzerine yirmi tane döşek, döşeklerin üzerine de yirmi tane kaz tüyü yatak koymuş.
Gece olunca prenses bu yatakta yatmış.
Sabah olunca kıza, gece nasıl uyuduğunu sormuşlar.
“Ah, korkunç bir şeydi!” demiş prenses. “Bütün gece gözümü bile kırpmadım! Allah bilir ne vardı yatak ta! Sert bir şeyin üstünde yatmışım gibi, her yerim çürüdü, mosmor kesildi! Gerçekten berbattı!”
Böylece anlaşılmış ki, yirmi döşek ve yirmi kaz tüyü yatağın altındaki bezelye tanesini hissedecek kadar nazlı, narin olduğuna göre, bu prenses hakiki bir prensestir!
Prens onunla evlenmiş
Evet, rüyalar bilinçdışına giden kral yoludur ve kişinin kendi hakikati bazen 20 kat metaforun altından bile varlığını hissettirip uyku kalitesini bozabilir. Bu masalı ilk duyduğumdan (çocukluğumdan) beri 20 kat döşek üzerinde yatmanın bezelye tanesinden daha rahatsızlık verici olduğunu düşünmüşümdür. Gerçi o 20 kat döşek en alttaki bezelyeyi kamufle etmek için orada, sonuçta nedensellik bağları da mevcut.
İnsanın kendi hakikatine (bezelye) mesafe koymasının yolu metaforlardan (döşekler) geçiyorsa kültür (kraliçe) yıllar içinde döşek endüstrisi gibi çalışmıştır muhakkak. Yine de endüstriden bahsedeceksek kapitalizme ayrı bir parantez açmamız gerekecek. Şunun adını koymalıyız ki ne kadar uğraşırsak uğraşalım hakikatten tamamiyle kopuş mümkün olamayacak, yine de insanlık hakikatlerini biraz daha kamufle etme gayretinden vazgeçmeyecekler. Kapitalizm işte burada devreye giriyor. Kraliçenin döşeklerin üzerine koyduğu kaz tüyü yatakları temin ediyor. Bunun yanı sıra her yanınız tutulmuş biçimde uyanıyorsanız ergonomik başka seçenekler de mümkün. Hakikatten kopmamızın bir yolunun olduğunu, tek yapmamız gerekenin bunun için bir yatak daha almamızı buyuruyor kapitalizm. “Ask for more”. Arzu makinaları…
Elbette bunlara karşın hakikati bütünüyle kamufle etmek mümkün olmayacak. En azından insanlar rüya görmeye devam ettiği sürece. Tam bu noktada insanlık bu yatak pazarlamacılarının bir miktar madrabaz olduklarına uyanır gibi oldular. Hakikatle barışık olmanın bir yolu var mıydı acaba? Bu soru akıllara hemen “daha fazlasını istemeyenleri” getirdi: Mevlana. Burada ciddi bir sorun Mevlana’ya yönelmenin arkasındaki dinamiğin bu kadar berrak biçimde görülemeyip bir sezinlenmeden ibaret oluşu ki burada da döşek pazarlamacıları devreye girip Mevlana endüstrisi oluşturmaya başladılar bile. Bu bağlamda Che de Mevlana da Can Yücel de aynı üretim tezgahından geçtiler. Başlangıçta sorunun yanıtıyken sorunu körükleyen sistemin hammaddesi olageldiler. Bu yüzden de aynı sahte vecizlerin birbirlerinden son derece farklı bu kişilere aitmiş gibi lanse edildiklerini görebiliyoruz.
Hakikatle olan meselede hakikatten uzaklaşmanın başka bir yöntemi olarak da yatak değil uyku ilaçları pazarlanabiliyor; Uzayda belirli bir gezegende yaşayan bir tanrı-titan’ın yaşam verdiği canlılar olduğumuz üzerine inşa edilen milyar dolarlık hacme sahip post-modern tarikatler gibi…
Biraz zamanımız olsaydı 5N1K’da bunları konuşacaktım ama kısmet linkte gördüğünüz kadarınaymış…
http://www.kanald.com.tr/5n1k/bolum/5-bolum?p=3
Bu arada çocukluk sezgilerini hafife almamak gerek galiba. Hakikatimizden uzaklaşmak kültürlenmeyle başlayan, kapitalizmle ivmelenen bir süreç ve en nihayetinde geldiği noktada bireylerin ihtiyacını karşılamıyor, kültürün devamını sağlamaktan başka bir işlevi yok gibi görünüyor.
Kendinizle tanışın.
[…] özgürleştirir ve sanıldığının aksine kimliğe yabancı bir persona yaratmak yerine kendi gerçekliğine yabancılaşmış bir personadan ibaret kimliklerden kurtulmayı sağlıyor […]