Şiddetin Meclis ve Toplum Arasındaki Rezonansı

Rezonans… Bir nesnenin salınım frekansını tutturacak biçimde kuvvet uyguladığınızda her salınımda etki artarak kuvvetle orantısız sonuçlar elde edilebilir. Örneğin bir salıncağin salınımı sırasında hep doğru anda mimimum kuvvet uygulasanız bile salıncağı çok yukarılara taşıyabilirsiniz. Sopranoların sesleriyle şarap kadehlerini kırabilmesi de bu sayededir. Kadehin titreşim frekansındaki -yani oldukça tiz- notalara inebilmeleri. Fizikçi değilim fakat köprüden yürürken oluşan şu rezonans tipinin farklı bir kategoriye alınması gerektiğini düşünüyorum. Avrasya Maratonu’nda sallanan köprüyü hatırlayalım:

Ayrı kategori talep ediyorum çünkü sopranonun sesi ile şarap kadehi arasındaki tek yönlü ilişki yok burada. Maraton katılımcılarının 20 tanesinin adımları tesadüfen senkronize olunca köprüde çok hafif bir salınım başlıyor, bu hafif salınıma diğer katılımcıların tepkisi salınımla senkronize adım atmak olunca salınım daha da büyüyor, bir süre sonra salınımla asenkron yürümek imkansız hale geliyor. Aslında köprü şarap kadehi gibi rezonansın nesnesi değil aynı zamanda öznesi yani. Rezonans konusunu iyice açılımlamadan rahat edemememin nedeni şu: Şiddeti salınım olarak teşbih edeceksek, halk ve meclis arasındaki rezonans da köprü ve maratoncular arasındakini andırıyor. Birbirini karşılıklı şekillendiren ve kabartan bir etki. Meclisteki şiddetin -bir istatistiği var mı bilemiyorum ama- son dönemdeki, özellikle de İç Güvenlik Yasa Tasarısı oylamaları sırasındaki kadar yoğunlaştığını hatırlamıyorum. Merdivenden düşen milletvekilleri, hasmına başkanın oturum yönetirken kullandığı çekiçle taarruz eden diğerleri…

tbmm-kavga

Bu durumun iki boyutu var. Birincisi meclisin halinin ülkenin genel sosyopsikolojik durumunu yansıtıyor, ikincisi de belirliyor oluşu. Dolayısıyla meclisteki şiddet ve ülkedeki kutuplaşma kendini besleyen bir kapalı sistem gibi tehlikeli bir gidişat gösteriyor ne yazık ki.

İlk boyutundan başlayalım, meclis ülkenin halini yansıtıyorsa ülke neden bu kadar gergin? Kolay takip edilebilir olması amacıyla maddeleyeceğim:

– Ülke gergin çünkü şimdiye kadar şahit olmadığım boyutta bir kutuplaşma var. Kutuplaşmanın en önemli nedeni reel politikadaki tutumdan kaynaklanıyor gibi gözükmekte. Yakın zamana kadar reel politika partilerin diğer partileri eleştirisi üzerinden sürdürülmekteydi. Son yıllarda ise bilhassa iktidar partisinin yetkilileri ve devletin zirvesini temsil eden isimler tarafından doğrudan diğer partilerin tabanı olan kitle eleştiriliyor, küçük düşürülüyor ve hedef gösteriyor. “Bunlar” diye başlayan söylevlerde feministlerin, seküler kesimlerin, ima yoluyla da olsa bazı dini mezheplerin, ateistlerin kısacası tüm muhaliflerin ötekileştirildiğini görüyoruz. Bu ötekileştirilen kesimlerin bildiği ya da sezinlediği ise dehşet verici: Ötekileştirme insandışılaştırma ve şeytanlaştırma şeklinde devam eden ve tarih boyunca kitlesel kıyımların bile başlıca nedeni olan toplumsal dinamikler arasında. Bu zincirin ilk halkası olan stereotiplemeyi geçmiş bulunuyoruz. Bu dehşet ötekileştirilen kesimlerin diğer kutubun tabanını ötekileştirmesine neden oluyor: Koyunlar, olmayacak yerlerin kılları vs… Kutuplaşma her kutubun daha konsolide olmasına yol açar ve dolayısıyla bu kutuplaşmanın kaymağını kalabalık kutubu temsil eden yiyecektir. Ötekine işaret grup geçirgenliğini düşürür, gruplar arası düşmanlığı arttırır ama grup içi bağlılığı da kuvvetlendirir. Bu grup içi bağlılığın kuvvetlenmesi şeklinde özetleyebileceğimiz konsolidasyon fenomeninin bir bedelidir işte gruplar arası düşmanlık.

– Türkiye’de politika normalleşme şansını halen bulabilmiş değil. Periodik darbelere maruz kalmış politik iklim nedeniyle tartışma kültürü yerleşebilmiş değil. Politika tartışmadan çok kimin gücünün diğerine yetebildiğinin denenmesi üzerinden yaşanıyor. Hatip Dicle’ye “sözünü geri alması” için yapılan çocuksu ısrar bu durumun belirgin bir örneği. 

Ülkenin kültürel yapısının da etkisiyle en kalabalık grubun en güçlü olması ve bu gücün meşruiyetinin yeter nedeni olacağı bir önkabul olabiliyor. Her türlü eleştirinin milli iradeyi hiçe saymakla itham edilerek reddedilmesi ve politik liderin toplumdan adeta evin babasının çocuklarından beklediği şekilde saygı beklemesi, kolaylıkla kendisine saygısızlık yapıldığı hissine kapılması da aynı kaynaktan besleniyor.

– Diğer yandan muhalif kesimlerde de karşısındaki gücün kesinlikle meşru olmadığı yönünde bir duygu hakim. Seçimlerde bir türlü aydınlatılamayan şaibeler, trafoya giren kediler, YSK merkezine giren siyasiler, sonuçları seçimden önce veren resmi haber ajansları ve seçim sonuçlarındaki bazı gariplikler, devlet organlarının bütünüyle yapılan propaganda, basın üzerindeki finansal kontrol gibi pek çok unsur zaten suistimal edildiği hissedilen bu meşruiyetin zeminini iyice zedeliyor. Bu da tahammülü zorlaştıran başka bir etken.

– Bütün devlet aygıtlarının yanı sıra kamusal ve finans alanlarının bile doğrudan tek bir lidere bağlı oluşu şeklinde özetleyebileceğimiz neo-patrimonialistik yapılanmalar topluma boşaltım (katarsis) alanı bırakmayabilir. Sosyal medyada “atıp tutmak”, bir iki barışçıl gösteride bağırmak, nasıl da “kapak yaptı” denilen bir köşe yazısı okumak kitlelerin biriken öfkesini boşaltıp aslında muhalif dinamikleri zayıflatma olasılığı bile olan emniyet supaplarıdır. Gelin görün ki patrimonializmde böyle supaplara tolerans yoktur, bu yapının inşası için lider eleştirilemez olmalıdır. Bu toleranssız durum ülkeyi düdüğü olmayan düdüklü tencere gibi giderek artan basınçla felaketlere sürükleyebilir. Bu durumda da harareti veren ve düdüğü kapatan değil, içeride kaynayan suçlanacaktır elbette.

Konunun ikinci boyutu daha kolay anlaşılır. İnsanın içinde kötücüllüğe ilişkin sanıldığından çok daha güçlü bir potansiyel var. Philip Zimbardo, Stanley Milgram, Albert Bandura ve Muzaffer Şerif gibi sosyal psikologlar pek çok deneysel paradigma ile sıradan insanların nasıl bir kaç adımda sadiste ya da katile dönüşebileceğini göstermeleri sarsıcı etkiler bırakmıştır. Bireylerin topluca barışçıl biçimde yaşamlarını sürdürebilmeleri ancak diğerinin tanıklığı ile mümkün. Otorite figürlerinin şiddeti görmezden gelmesi, olumlaması ve en fenası bizzat uygulayarak model oluşturması halinde ise şiddete tanıklık edilmesi olanaksız hale gelmekte. Yani atasözünde imamla cemaat arasında tariflenen ilişki toplumsal gerilimde liderle taban arasında cereyan etmekte diyebiliriz. Mecliste vekil döven ve bununla övünen politikacının seçmeninin politikacıyı özeleştiriye davet etmesi yerine onu model alması gayet beklenebilir bir sonuç. Bu durumda şiddetin giderek artan bir hızla meşrulaşmasının bedellerini yaşayacağız. Aslında Ali İsmail’in davasında yargılanan fırıncının savunmasında darbe girişimini engellemekte olduğunu ifade etmesi bu bedellerden sayılabilir.

Sonuç olarak siyasi aktörlerce tetiklenen kutuplaşma ve gruplar arası düşmanlık dalgasının dönüp reel siyaseti de etkilemesi ve bu etkinin tekrar topluma dönmesi gibi bir durumu yaşamaktayız. Evet, bu tarif rezonans etkisini andırıyor. Rezonansın sonunun pek hayırlı olmadığını hatırlatmış ve buradan tarihe bir daha not düşmüş olalım.

Bir Cevap Yazın