* diken.com.tr için Elif Key ile yaptığımız röportaj
Fransız yazar Marc Nichanian yas ile barış arasında bir ilişki kuruyor ve, “Barışmanın mümkün olabilmesinin tek yolu, her iki tarafın yasa saygı göstermesidir” diyor. Halbuki memleketin son üç dört gününe bir bakın, memlekette yaslar bile artık gasp ediliyor!
Her ilden cenazeler kalkarken, koca bir camii avlusuna dönen memlekette imamın sorusunun ardından sanki ‘Helal etmiyoruz’ sesleri yükseliyor. Ölenlerin soyu sopu mühim; ne için öldükleri değil, kimden oldukları mühim!
Büyük bir kopukluk, dostluklara, ailelere, iş yerlerine, stadyumlara, sokaklara, caddelere sirayet ediyor. Son yıllarda yitirilenleri -maddi manevi- telafi etmek zor olacak. Birbiriyle helalleşemeyecek bir toplum olmanın eşiğinde dururken herkesin kendine ve birbirine sorduğu tek bir soru var: ‘Bundan sonra nasıl yaşayacağız?’
‘Söz bitti, kelimeler tükendi’ diyerek meydanı terk etmek kolay, zor olanı seçip mücadeleye devam edeceksek önce iyileşeceğiz ama nasıl?
Birbirine hakkını dahi helal etmeyen Türkiye’nin tutturulmayan yası ve bitmeyen travmalarını psikiyatr İlker Küçükparlak’la konuştuk…
Uzun bir süredir bir taziye evinde yaşıyoruz, çok kayıplar veriyoruz ve içimizde derin yaralar açılıyor. İçimizdeki ve meydanlarda, sokaklarda kalan hasarın telafisi mümkün mü ve nasıl?
Evet, yaralar derin fakat iyileşmenin mümkün olduğunu düşünmekten başka çaremiz yok. Kaldı ki Avrupa Ortaçağ karanlığının, cadı avlarının, Holokost’un hasarını olabildiğince iyileştirebilmişse bizim de başarabilmemiz gerekir sanırım. Nasıl sorusunun uzunca bir yanıtı var.
Öncelikle şu anda acilen ihtiyacımız olan, güvenlik duygusunun yeniden tesisi. Aslında travma durumunda temel olarak sarsılan iki duygu var: Dünyanın güvenli bir yer olduğu duygusu ve kişinin özyeterlilik duygusu. Sonuçta ruhsal travma kişinin yetersiz ve çaresiz olduğu ve dünyanın da tekinsiz bir yer olduğu yönünde bir algıyla sonuçlanıyor.
Yaşanılan hasarın telafisi de ancak ülkemizin artık güvenli bir yer olduğuna ikna olduğumuzda başlayacak. Tamamlanmasa da başlayacak.
Önce failler saptanacak, ardından azmettiriciler ve ihmali olanlar bulunacak ve bu süreç olabildiğince şeffaf biçimde yürütülecek ki toplum artık ülkemizde böyle bir olayın tekrarlanmayacağına ikna olsun. Açıkçası bombalamanın faillerine ilişkin çelişkili açıklamalar, güvenlik açığının bulunmadığının ifade edilmesi gibi unsurlar toplum nezdinde bombalamaya ilişkin yeterince önlem alınmayacağı şeklinde yorumlanıyor ve temel güvenlik duygusunun daha da zedelenmesine neden oluyor.
Ankara katliamı için ‘Türkiye’nin 11 Eylül’ü’ deniyor. Ortada tek golle gelen bir milli maç galibiyetinin ardından silinen yas ortamı varken bu tanıma katılır mısınız? Amerika 11 Eylül’ün yarasını hala sarmaya çalışırken, biz onca kaybın ardından 72 saati nasıl yettirdik?
11 Eylül kendi topraklarında ilk kitlesel sivil saldırı olması itibariyle tarihsel bir kırılma noktası oldu diyebiliriz. Ankara katliamı için benzerini söylemek olanaksız. Ne yazık ki tarihimiz yüzleşemediğimiz tarihsel travmalarla dolu. Bu yüzleşememe hali nedeniyle neredeyse bir kesintisizlik halinden bahsetmek bile mümkün. Ne 1915 ile, ne 6-7 Eylül ile, ne de Madımak ile tam olarak yüzleşebildiğimizi düşünmüyorum. Artık tarihsel travmaların yıldönümleri neredeyse tüm seneyi kaplayacak hale geldi. Yine de örneğin 1977 1 Mayıs’ını tam olarak aydınlatabilmiş değiliz.
Hal böyleyken ülkede güven ortamının tesis edilmesinin pek mümkün olabileceğini düşünmüyorum. Bu güvensizlik ve tedirginlik sürekli bireylerin mensubu oldukları gruplara daha da sokulmalarına ve diğer grupları tehdit olarak algılamalarına neden oluyor ki bu durum yeni kitlesel travmaların nedeni oluyor. Kendini yeniden doğuran bir canavarla karşı karşıya gibiyiz.
Patlamanın olduğu yere bir anıt yapılması şart
Memleket yüksek tansiyon hastası oldu. Bu ‘yüksek tansiyon’un toplumsal ilişkilere yansıması nasıl olur? Gündelik yaşamı ne yönde etkiler?
Halen gerçekleşmekte olan toplumsal travmalar ve felaketler ne yazık ki iyileştirici değil, daha da yaralayıcı ve kutuplaştırıcı bir dille işleniyor. Gezi Direnişi’nde de tanık olduğumuz ve Ankara katliamında da karşımıza çıkan ‘Kendileri yapmıştır’ söylemi sadece mağdur kesimde adaletin tesis edilebileceğine ilişkin inancı sarsmakla kalmıyor, aynı zamanda mağdur kesimlerin şeytanlaştırılması yönünde de etkili oluyor.
Yani geniş halk kesimleri travma mağdurlarını ülkenin huzurunu bozmak için bilerek ve isteyerek kendilerine zarar veren, hatta kendilerini öldürten şeytansı kötü karakterler olarak algılamaya başlıyor. Bu toplumsal barışın korunmasını olanaksız hale getiren bir durum.
Herkesin birbirine sorduğu, derdini bilip de dermanını bulamadığı bir soru var: Ankara ve Türkiye’nin geri kalanı nasıl iyileşecek?
Gerçekten zor. Organizasyonel bazı düzenlemelerin yapılması gerek. Öncelikle bahsettiğim güvenlik önlemlerinin alınması gerek. Ardından muhakkak Ankara Garı’nın önündeki patlamanın olduğu yere bir anıt yapılması ama meydanın değiştirilmeden korunması gerekiyor. Böylece bu patlama -ve dolayısıyla kayıplar- hiç yaşanmamışçasına hayatımızdan çıkıp gitmiş olmayacak.
Hissedilen çaresizlik aslında tarih boyunca süregelen bir travma zincirinin son halkalarına tanıklık etmekle ilgili. Tarihimiz bu şekilde yazılmış. Şimdi de başka bir tarih yazımı gerçekleşiyor. Yine de bir anda 100’den fazla kişiyi öldüren bir bomba insanı gerçekten çaresiz hissettirebilir.
Ülke devasa bir taziye evine dönüştü. Her ile cenazeler geliyor. En azından bu kaybın acısını hisseden insanların bir arada olmaları minimal düzeyde de olsa iyileştirici bir unsur. Herkes az çok kendisiyle ortak derde sahip insanlarla bir araya gelmeye gayret etsin. Zaten elimizde pek de fazla iyileştirici unsur bulunmuyor.
Bu arada hükümetin aldığı tek olumlu kararın ulusal yas ilanı olduğunu söyleyebilirim. Elbette yeterli değil, anmaların yapılması ve bu anmaların yıldönümlerinde de tekrarlanması gerekiyor.
Yasını tutamamak ruhsal anlamda sakatlanmak demek
Baksanıza anmalara dahi müsaade edilmiyor. Çok basit bir örnekle, anmaya gidecek insanlar vapura bindirilmiyor, vapurdan inenlere gaz sıkılıyor. Bu polis şiddetini aşsalar belki acılarını hafifletecekler, beraber dursalar iki slogan atsalar belki rahatlayacaklar. Bu hafiflemesine izin verilmeyen acılar insanın içinde neye döner? Bir de yasını tutamayan insan daha tehlikeli olmaz mı?
Normal koşullarda bu organizasyonu yürütmesini bekleyeceğimiz devlet ülkemizde bırakın organize etmeyi, organize olan anmalara müsade etmeyerek yas sürecinin işlemesine engel oluyor. Yasını tutamamak ruhsal anlamda sakatlanmak demek. Hatta bu durumun adı konulmaksızın sonraki kuşaklara da aktarılabildiğine sıklıkla şahit oluyoruz psikoterapi çalışmalarında. Adı konmadan ailesinin tamamlanmamış yasını devralan bireyin işi daha da zor oluyor, çünkü ömrü boyunca neyle başetmesi gerektiğini, yani başına neyin geldiğini bilemiyor.
Etnik kimlik üzerinden bazı riskleri tahmin etmek mümkünse de ülkemiz tarihi o kadar travmatik ki insanların etnik kimliklerini bilmiyor olmaları da gayet olağan bir durum. Dolayısıyla Ankara katliamı bizim için 11 Eylül gibi gökten zembille inen bir travma olmaktan çok ‘çalışılmadığı’ için tarihsel süreklilik gösteren travmalar zincirinin başka bir halkası.
Milli maçta saygı duruşunu ıslıklayan insanların ruh halini nasıl yorumlarsınız?
Kendilerine şeytan olarak lanse edilen insanların ölümlerine üzülmelerinin beklenmesine öfkelenmişler ve üzülmeyeceklerini ifade ediyorlar. Çok tehlikeli bir toplumsal dinamiğin indikatörü.
Gelelim patlamanın olduğu yere dahi gaz sıkan Türk polisine. Gezi’de gördük, evet biliyoruz, lakin polisin giderek şiddetini de olgunlaştırdığını görüyoruz. Hiç polis ailesiyle ya da polislerle görüşüyor musunuz? Onların ruh haline dair bir fikriniz var mı?
Aslında ta Gezi zamanında polislerle görüşmeyi istemiştim. Polislerin bir şiddet aygıtına dönüştüklerini ve bu durumun onları da ruhsal açıdan sakatladığını düşünüyorum. İntihar oranları çok yüksek, aile içi şiddetin çok sık olduğu bir gruptan bahsediyoruz. Yine de polisler psikiyatrik yardım almak konusunda endişelere sahip. Haklı da olabilirler, çünkü geri göreve verilme ya da mesleklerinden olma gibi riskler barındırıyor psikiyatrik başvuru. Bu nedenle polislerin travmasıyla ilgili dolaylı biçimde bilgim olmakta.
O kadar çok olay yaşıyoruz ki yaşadığımız, devrildiğimiz sert virajları unutur olduk. Özgecan’ı mesela unuttuk mu? ‘Unutursak kalbimiz kurusun’ diye bir yerlere not ettiğimiz her şey, her kayıp geride kapkalın bir utanç tabakası bırakıyor. Yani hatta yaşıyor olmak bile bir utanç kaynağı oldu. Bu sırtımızdaki yükü hafifletemeyeceğiz değil mi?
Toplumsal travmaların işlenmesi ancak öyküleştirmeyle mümkündür. Bu ‘Unutursak kalbimiz kurusun’ da aslında ancak bellek üzerinden iyileşmenin mümkün olabileceğine ilişkin bir gönderme gibi. İyi fikir fakat hiçbir travma işlenemediğinden unutmamak da olanaksız hale geliyor. İnsanın kendine tutamayacağını bildiği sözleri vermekten başka çaresinin olmayışı gibi.
Hala yaşıyor olmakla ilgili utanç ise ‘survivor’s guilt’ (sağ kalanın suçluluğu) kapsamına alınabilir. Oldukça yaygındır. Kazada kurtulan hiç suçu olmasa bile sanki ölenlerin yerine kurtulduğunu hissederek suçluluğa kapılabilir. Zaten toplumun üzerinde yeterince yük var. Yurttaşların bu suçluluğu hissettiklerinde bunun rasyonel bir tarafı olmadığını, travmayla ilgili olarak görülmesinin ise olağan bir durum olduğunu akıllarında tutmalarında yarar var.