Evrimsel Psikolojik Açıdan Savaş*

*Türkiye Psikiyatri Derneği tarafından yayınlanan Barış Kitabı’nın kendi yazdığım bölümünü yayınlıyorum. Kitabın kalanını şuradan edinebilirsiniz.

Evrimsel psikoloji şaşırtıcı biçimde basit bir önermeye dayanmaktadır: Evrim anatomik ve fizyolojik boyutlarda hangi prensiplerle işliyorsa psikolojik boyutta da aynı prensiplerle işleyecektir; Bireysel varyasyonlar, adaptasyon ve en uyumlu olanın sağkalımı. Evrimsel psikoloji doğası itibariyle psikolojinin beslendiği ana akım pek çok kaynağın yanı sıra antropoloji, sosyoloji, dilbilim, matematik, etoloji, tarih gibi alanlardan da katkı almaktadır. Kendine özgü sayılabilecek araştırma stratejileri arasında, çeşitli özellikler için kültürlerarası tutarlılıklara (Ekman’ın birincil emosyonları gibi) ve çeşitli özelliklerin karşılığı olan nörolojik modüllere odaklanmak sayılabilir (Buss 2004).

Dilerseniz Ernst Haeckel’n ikonik “Ontojeni filojeninin özetidir” vecizini benimseyerek yazıda da filojenik bir sıralama takip edebilmek adına ortak atalarla başlayalım ve karşılaştırmalı psikoloji alanına göz atalım.

İnsan Dışı Primatlarda Gruplar Arası Çatışma

Şempanzelerin güç birliği ederek başka grup bireylerine saldırabildikleri gözlenmektedir. Bu saldırıların özellikle iki grubun egemenlik alanları arasındaki sınır bölgelerinde yoğunlaşması temel amacının daha fazla yiyecek ve kaynağa ulaşmak olduğuna işaret ediyor olabilir  (Mitani ve ark. 2010). Ancak kurtların aksine şempanzelerin bazı baskınlarda yiyecek kaynaklarının bulunduğu bölgeyi ele geçirmekle yetinmeyip doğrudan diğer erkek ve yavru şempanzeleri öldürme amaçlı uzun mesafeler boyunca kovalamaları, bu baskınların gruptaki dişi oranının azaldığı dönemlerde sıklaşması, baskınların ardından diğer gruplardaki dişileri kendi gruplarına katmaları ve baskınları daima erkek şempanzelerin yapması gibi gözlemler baskınların başka bir amacının da diğer grubun dişilerini elde etmek olabileceği şeklinde yorumlanmıştır (Aureli ve ark. 2006). Wrangham ve arkadaşları (2006) yaptıkları kapsamlı analizde şempanzeler için gruplar arası çatışmalarda ölüm hızını yılda 69–287/100,000 olarak saptamışlar ve bu bulgunun avcı-toplayıcı olarak yaşamını sürdüren preendüstriyel insan topluluklarına özdeş olduğunu hesaplamışlar. Tarımla uğraşan preendüstriyel topluluklarda ise gruplar arası çatışmada ölüm oranları daha yüksek saptanmıştır. Bu durum tarıma geçiş ile birlikte topluluğun eşitlikçi (egaliteryan) niteliğini yitirmesinin bir sonucu şeklinde yorumlanmıştır (dileyenler bu bulguyu toprak mahsülü sunan Kabil’in et sunan Habil’i öldürmesine de bağlayabilir). Steven Pinker (2011) yaptığı kapsamlı derlemede 1400-2000 yılları arasında Avrupa Kıtasında yıllık çatışma sayısının ve nüfus başına ölüm oranının, 1950-2000 yılları arasında ise hem devletler arası hem de sivil savaşlarda nüfus başına ölüm oranının giderek düşmekte olduğunu göstermiştir. Yine Aureli ve arkadaşlarının (2006) vurguladıkları üzere şempanze haricinde örümcek maymununda dahi gözlemlenen bu baskın fenomeninin filogenetik olarak insanın yakın akrabaları olan bonobolarda gözlemlenemiyor oluşu da not edilmesi gereken başka bir bulgudur.

Ekran Resmi 2016-08-17 00.34.47

Pinker’ın yaptığı analizlerde gruplararası çatışmalarda giderek azalan ölüm oranlarına karşın Wrangham ve Glowacki (2012) insanı şempanzelerden daha tehlikeli kılan başka bir özelliğe dikkat çekiyor: Risk alma davranışı. Aslında fiziksel kavgadan kaçınma davranışı konusunda insan ve şempanze arasında büyük farklılıkların bulunmamasına karşın konu gruplararası çatışmaya geldiğinde göçebe avcı-toplayıcı insan grupları ile şempanzeler arasında ciddi bir fark göze çarpmakta. Şempanzeler baskın için 3’e 1 gibi avantajlı grup büyüklüğü oranlarını kollarken, avcı toplayıcılar hemen hemen simetrik gruplarda bile saldırıya geçmeyi tercih edebiliyorlar. Yazarlar pek de rasyonel görünmeyen bu davranışı biyolojik etkilerden çok şehitlik ve gazilik gibi kavramların üretimiyle bireyi grup için özveride bulunmaya teşvik eden kültürün bir etkisi olarak yorumluyorlar. Dolayısıyla en azından yüzyılın son yarısında ve en azından Avrupa’da savaş nedenli ölüm oranlarının azalması bu kültürel etkinin azalmasıyla da, kadın ve diğer kaynakların sömürülmesinin savaş dışındaki yollarının giderek gelişmesiyle de açıklanabilir.

Şu ana kadar karşılaştırmalı psikoloji başlığı altında ilerlediğimiz için savaş olgusunu “gruplararası şiddet” kavramına indirgemiş bulunmaktayız. Lorenz ve Wilson (2002) bir canlıyı şiddet davranışından alıkoyan etkenlerin en önemlilerinden birinin şiddetin doğuracağı sonuçların büyüklüğü olduğunu öne sürmüşlerdir. Bir kuzgunun bir hamlede çiftleşmekte olduğu eşinin gözünü çıkarması ya da yuvasındaki yavrusunu öldürmesi mümkündür, böyle doğal silahlarla kuşatılmıştır. Tam da bu yüzden bir kuzgun bir güvercine göre dürtüsel agresyonu oldukça gelişkin biçimde baskılayacak şekilde evrim geçirmiştir. İnsan da şempanzeyle karşılaştırıldığında aslında güvercini andırmaktadır. Bir şempanze üst düzey bir sporcunun yaklaşık 2 katı kas gücüne sahiptir (Gillis 2007). İlk alet olduğu düşünülen taş balta ile birlikte milyonlarca yıldır gerekmediği için agresyonu kontrol etme yönünde bir evrimsel baskı yaşamamış olan türümüz silahlanmaya başlamıştır. Nitekim antropolojik buluntular paleolitik ve mezolitik dönemlerden başlamak üzere insan eliyle kitlesel kıyımların gerçekleştiğine işaret etmektedir (Thorpe 2003). Günümüzde halen teknolojinin lokomotifinin silah sektörü oluşu ayrı bir endişe kaynağı olabilir. Ayrıca modern silahların, saldırgan ile kurban arasına mesafe koyarak kurbanın sergilediği boyun eğici davranışların (Lorenz ve Wilson 2002) saldırgan tarafından algılanmasını olanaksız hale getirmesi yoluyla saldırganlığın ketlenmesini engellediğini de hatırlamamız gerekir. Ağlayan, inleyen, çığlık atan ya da yalvaran birini darp etmeye devam etmek (psikopati yokluğunda) olanaksız olabilir, bıçaklamak oldukça zor olabilir, tetiği çekmenin ise görece kolay olabileceğini tahmin edebiliriz. Yüzbinlerin hayatına mal olacak bombayı gönderen bir düğmeye basmak ise ironik biçimde yalvaran sadece tek bir insanı darp etmeye devam etmekten daha mümkün olabilir.

Baskını yapanlardan bahsettik, bir de baskına uğrayanları değerlendirirken de akraba seçilimi kavramını hatırlamakta yarar olabilir. Akraba seçilimi ile bireyin kendi zindeliğinin (fitness) azalması pahasına genetik ortaklığı olan diğerlerinin zindeliğini arttırmaya yönelik davranışlar göstermeyi tercih edebileceği açıklanmaktadır. Bu bağlamda akraba seçilimi özgeciliğin (alturizm) de temellerini oluşturuyor olabilir (Agrawal 2001). Darwin Türlerin Kökeni’nde üreyemeyen işçi karıncaların davranışlarının zindelik barındırmadığını düşünüp durumu kavramakta zorlanmış olabilir (Ratnick ve ark. 2011), DNA’nın keşfinden ve dahi Hamilton’un (1964) akraba seçilimi kavramını şekillendirmesinden de önce matematikçi Haldane durumu son derece basit bir espri ile açıklıyordu: “Sizin için canımı veremem ama 2 kardeşim ya da 8 kuzenim için seve seve feda edebilirim”. Haldane’in ağzından espri olarak çıkan bu cümle belki aynı Hamilton Kuralınca geniş kitlelerin zihinlerinde vatan (grubun kaynaklarının bulunduğu bölge) ya da millet (genetik ortaklık-akrabalık barındırılan en geniş grup) uğruna can verme arzusu olarak şekilleniyor. Belki de öyle değil çünkü kültür yukarıdaki parantez içlerine sıkıştırabilecek kadar hafife alınabilecek bir kavram değil.

Kültüre değinmeksizin insan dışı primatların savaştığını öne sürmek, hemcinsi karşısında ön ayağını yere sürtüp kafasını eğerek saldırı pozisyonu alan bir boğa ile beyaz eldivenini çıkarıp hasmının suratına çarparak düelloya davet eden asilzadenin tamamen aynı şeyi yaptıklarını iddia etmek gibi olurdu… Bu cümleyi bir daha okuyunca büyük ölçüde aynı şeyi yapıyorlarmış gibi geldi, yine de kültüre değinmeden esas konuyu atlamış oluruz.

Şimdiye kadarki kısmı saldırganlığı ketleyici mekanizmaları yeterince gelişmemiş bir tür olarak biyolojimizin sağladığından çok daha güçlü silahlar üretebilen bir teknolojiye kavuşmamızla birlikte gruplararası çatışmaların daha ölümcülleştiği, buna karşın özellikle son 50 yılda ve özellikle Avrupa’da gruplararası çatışma nedenli ölüm hızlarının dramatik biçimde azaldığı şeklinde özetleyebiliriz.

Kültürel Bir Varlık Olan İnsanın Savaşı

Ekran Resmi 2016-08-17 00.35.03

Jane Goodall’ın dünyaya duyurduğu (1986) Gombe Şempanze Savaşı (ya da Dört Yıl Harbi) gerçekten bir savaş mıydı? Goodall’ın tabiriyle oldukça nazik görünen şempanze grubu içinde çıkan bir çatışma sonrasında iki gruba ayrılmış, sonraki 4 yıl boyunca da kuzeye yerleşen grup süreğen saldırılar sonucu güneydeki erkeklerin hepsini öldürmüş ve dişilerini de almışlardır. Uzaylı bir antropolog için bu durumun Yugoslavya iç savaşı sırasındaki toplu katliam ve toplu tecavüzlerden ne kadar farkı olurdu acaba? Neyse ki uzaylı bir antropolog değiliz ve farkı anlamaya gayret edebiliriz.

İnsanın savaşa meyleden doğası evrimsel olarak dört dayanakla açıklanabilir (Tooby ve Cosmides 1988):

1- Uzun dönemde ortalama olarak kazançlı oluşu (ganimet)

2- Kişinin kendi grubunun başarılı olacağına dair inancı (kararlılık)

3- Savaşta gösterilen fedakarlık ve katkı oranında kazançlı olacağı düşüncesi (kahramanlık)

4- Hangi grup üyelerinin yaşayıp hangilerinin öleceğini öngörememe (risk alma)

Tooby  ve Cosmides’in yaklaşımları kültürel perspektiften yoksun olduğundan kanının son damlasına kadar ülkesini korumaya kararlı kişileri, samimi biçimde ölme arzusuyla askere giden gençleri açıklamakta yetersiz kalıyor.

Dehşet Yönetimi Kuramı (Terror Management Theory):

s6006877

“Ben giderim, adım kalır. Dostlar beni hatırlasın”

“Benim naçiz vücudum, bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti, ilelebet payidar kalacaktır.”

“Beni görmek demek, behemahal yüzümü görmek değildir. Benim düşüncelerimi, benim duygularımı anlıyorsanız bu kâfîdir.”

İnsanın savaşmaya meyleden tarafı paradoksal olarak ölümlülük kaygısı tarafından tetikleniyor olabilir mi?

İnsan zihnini diğer canlılarınkinden ayıran en önemli özelliklerden birisi kendi üzerine katlanabilme özelliğidir. İnsan evriminde muhtemelen diğerinin zihnini ile ilgili bir temsil oluşturabilme yeteneği (Zihin Kuramı- Theory of Mind) ile kendi zihni hakkında bir temsil oluşturabilme yeteneği (metakognisyon) eş zamanlı olarak gelişti (Heyes 2012). Metakognisyon tam olarak kişinin ‘bir şeyi düşünüyor olma halini’ düşünme hali olarak özetlenebilir. Hatta bir düşüncenin dilinizin ucuna geldiğinde oluşan huzursuzluk metakognisyon kaynaklıdır. Metakognisyon olmasaydı basit bir unutma fenomeni olarak yaşantılanacak olay metakognitif özellikler nedeniyle hem bu bilgiye sahip olunduğu hem de o anda hatırlanamadığı ile ilgili düşünülmesi nedeniyle sinir bozucu bir deneyime dönüşebilir (Kornell 2009).

Metakognitif özellikler ve Zihin Kuramı yetenekleri dil edinimi ve iletişim becerileri için elzem görünüyor, bir sosyal beyin patolojisi olan Otizm’de bu özelliklerin hepsinde yetersizlikler gözlenmesi de buna dayanıyor olabilir (Baron-Cohen 2013). Zihin Kuramı ve Metakognisyon sosyal etkileşime olanak sağladıysa da irili ufaklı pek çok bedellerinden belki de en önemlisi insanın ölümlülük gerçeğini de içeren bir kendilik bilincine ulaşması olmuştu (Doğulu ve Uğurlu 2015). Ölümlülük gerçeğinin yarattığı dehşet duygusunu yönetebilmenin yolu kültürel bir dünya görüşünün savunucusu olma ve bu dünya görüşlerinin işaret ettiği değerleri benimsediği ölçüde benlik saygısı tesis etmek olacaktır.

Dehşet Yönetimi Kuramı (DYK) ile bireylere soyut (inanç sistemleri, sonsuz yaşam) ya da somut biçimde (mensubu olduğu ulus ve ailenin devamı) ölümsüzlük teklif eder (Jonas ve Fisher 2006). Hatta diğer canlılar gibi taksonomiye dahil bir tür olduğunu reddederek diğer canlılar gibi bir yaşam süresinin olduğu gerçeğinden sakınabilir (Goldenberg ve ark 2000). Bu bağlamda ölümsüzlük düşüncesine olan gereksinimin semavi dinlerin ortaya çıkışından daha öncesine dayandığını düşünmek için yeterince delilimiz olabilir. Gerçekten de henüz tarım devrimi ve yerleşik düzene geçilmeden önce inşa edilmiş ve bilinen en eski tapınak olan (yaklaşık MÖ 9 Bin yılında inşa edildiği hesaplanmakta) Göbeklitepe’de de ölüm sonrası yaşam inancına ilişkin bulgulara rastlanılmıştır (Collins 2014). Dolayısıyla DYK hem somut (sonsuz yaşam) hem de soyut (mensubu bulunulan dinin/cemaatin bireyin ölümünden sonra da devam edecek oluşu) düzlemde inanç sistemleriyle yakından ilişkilidir. Bu perspektiften bakıldığında savaşların dini motivasyonla çıkıyor olması daha net anlaşılabilir. İnancın en temel işlevlerinden biri ölümlülük kaygısını -üstelik de farklı katmanlardan- yatıştırması ise, dini/cemaati/ümmeti uğruna ölmeyi göze almak hatta arzulamak mümkün olabilir.

Kişinin kendi ölümü ile ilgili açık uçlu sorular yöneltilerek ölümlülük farkındalığı (mortality salience) arttırıldığında bireylerin grup-içi kayırmacılık (in-group bias), basmakalıplama (stereotyping) ve milliyetçilik tepkileri vermeleri DYK ile uyumlu bulunmaktadır. (Maheswaran ve Agrawal 2004).

Bireyselci topluluklarda bireyler daha çok bağımsız benlik kurgusuna, toplumsalcı topluluklarda ise daha çok karşılıklı bağımlı benlik kurgusuna sahiptirler (Matsumoto 1999). Toplumsalcı topluluklarda yaşayan bireylerin ülkeleri için savaşmaya daha gönüllü olduklarını bildirmeleri (Basabe ve Valencia 2007) de yine DYK açısından tutarlı bir bulgudur. Kimlikler ağırlıklı olarak mensubu bulunulan topluluk tarafından şekillendirildiğinde bireyler özdeşim kurdukları toplulukların devamı lehine yaşamlarını tehlikeye atmayı göze alabiliyorlar.

Özetle; DYK ölümlülük gerçeğinin yarattığı dehşeti ya ölümlülük gerçeğini olabildiğince inkar ederek ya da sembolik olarak varlığının devam edeceği ve hatırlanacağına yatırım yapma şeklinde özetlenebilecek bazı stratejiler bütünüdür. Torununa adının koyulmasından memnuniyet duyan dede ile ödül aldığı buluşuna kendi adını koyan bilim insanı ya da köyüne hayrat çeşme yaptırıp adını yazdıran kişi ile devlet kurup heykellerini diktiren lider ya da şiirinin son dörtlüğünde de olsa mahlasını söyleyen ozan ile yorulmasına rağmen kitap yazmaya çalışan bir hekim aslında aynı motivasyonla hareket eder. Elbette ki insani olan her olguyu olduğu gibi bu motivasyonu da en gerçek biçimde ozan anlatabilecektir: “Ben giderim, adım kalır, dostlar beni hatırlasın”

Uygarlığın kurucu motivasyonlarından biri ve son derece özgeci bir ifadesi olabileceği gibi, DYK üyesi bulunduğu grup uğruna gruplararası çatışmalara girerek kendini riske atmaya meyil yaratabilir. Bu anlamda savaş olgusunun ve cihat (ha da Haçlı Seferi), şehitlik, gazilik, savaş kahramanlığı gibi kavramların da nüvesini oluşturuyor olabilir. Nüveden ötesi için memetik kavramını incelememiz gerekiyor.

Memetik Açıdan Savaş

Elbette enerjimizin ciddi bir kısmını insanın alamet-i farikasını anlamaya arıyoruz. Biz kimiz? Bizi gerçekten diğer canlılardan ayıran ve kimlik oluşturmaya yeterli bir nitelik var mı yoksa bu gayretimizin yegane nedeni yukarıda değindiğim DYK mı? Kendi yanıtım, bu kapsamda tek ve yeterli bir niteliğe ulaşamayacağımızı söylemekte, daha çok bir kombinasyondan bahsediyoruz. Taklitçilik de bu niteliklerden bir diğeri.

Richard Dawkins meşhur Gen Bencildir isimli kitabında (1976) evrim dediğimiz sürecin aslında genlerin nasıl kendilerini kopyalamaya yönelik algoritmasından ibaret olduğunu anlatmaktadır. Bu kopyalamanın taşıyıcıya (birey) maliyeti olabilir, algoritmaya göre gen kendini çoğaltabilecekse taşıyıcıya olan maliyetin önemi yoktur. Nihayetinde sonunun karadul örümceği dişisinin midesinde bitmesi kesin bir erkek örümceğin çiftleşme çabasını görürüz. Gen bencildir çünkü kendini çoğaltmak için taşıyıcısının kendisini feda etmesi yönünde davranmaya zorlamıştır. Dolayısıyla “gen bencildir”, genetiğimiz nedeniyle benciliz anlamına gelmiyor. Tam tersi, Samoa Adaları’nda yaşayan, yeğenlerine aşırı özgeci davranan ve onların bakımını üstlenip hiç evlenmeyen Fa’fafinler de genlerinin bencilliği doğrultusunda (Hamilton  Kuralınca) böyle davranmaktadırlar (Vasey ve ark 2007).

Dawkins (1976) genler gibi davranış, düşünce, tutum ya da değerlerin de benzer biçimde kendilerini kopyaladıklarını gözlemledi ve bu fenomen de en az genler kadar insan davranışları üzerinde etkiliydi. Bu nedenle fenomene bir isim verdi: Mem. (Orjinali “Meme” olup “mimesis” ve “gene” sözcüklerini melezleştirerek elde ettiğinden dolayı “cream” gibi telaffuz edilmesini önerse de kökensel itibariyle “mem” daya uygun bir çeviri gibi görünüyor.) Memler genlerden farklı olarak çok daha hızlı replike oluyor, çok daha hızlı mutasyona uğruyor ve varyasyon gösteriyor ve nüfus içerisinde sadece vertikal değil horizontal yolla da çoğalabiliyorlardı. Bu boyutuyla da genetik adaptasyonlara göre memetiğin çok daha çevik olduğundan bahsetmek mümkün.

Bu perspektiften kültürün tamamını memler bütünü olarak ele almak mümkün olduğundan Dawkins (1976) memler bütünü olabilecek kültürel müesseseleri “mempleks” olarak adlandırdı. Hukuk sistemi, dinler veya sportif organizasyonlar birer mempleks örneği olabilirler. Aslında neredeyse kültürün ve uygarlığın en temel dinamiğinin memetik olduğunu söylemek mümkündür.

apaci_boyutlu

Dar paça modası, “naber moruk” diye hatır sormak, yürüyen merdivende sağda durmak, sosyal medyada yatmadan önce ARV demek, yaygın olarak bilinen bir karikatür balonundan bir alıntı yapmak (“O zaman dans!”), Kırmızı Başlıklı Kız masalı, hayalet kavramı, fıkralardaki Temel, balayına çıkmak ve saygı gösterisi olarak el öpmek gibi örneklerin tamamı memetik içinde ele alınabilir: Çoğalır, mutasyona uğrar, yayılır, hatta zamanla tüm dünyaya yayılabilir ya da mem havuzundan tamamen silinebilir.

İnsanların zarar görmesiyle sonlanan kült tarikatlar gibi (Henson 2002) askerlikle ve savaşmaya gönüllü olmayla ilgili değer ve tutumlar da diğer bütün değer ve tutumlar gibi memetik olarak ele alınabilirler (Coker 2008). Ülke için savaşmanın kutsandığı görülür ve taklit edilir. Bu durumda kültürün, dilin ve uygarlığın muhtemelen en önemli bileşenlerinden biri aynı zamanda insan doğasını savaşmaya meyilli hale getiren unsurlardan biri haline gelmiş olabilir.

Kimlik Füzyonu ve Müzik

Kimlik füzyonu ile bireylerin kimliğinin gruplarıyla tamamen birleşmesi, kimliğin grupla ilişkisiz herhangi bir öğe barındırmaması tanımlanmaktadır (Swann ve ark 2012). Elbette yine kimlik füzyonu yüksek olan bireylerin ülkesi için savaşmaya daha hazır olmaları (Swann ve ark 2009) DYK dolayımıyla açıklanabilir.

Gruba bağlılık ya da kimlik füzyonu müzik ya da ortak ritm tutma ile indüklenebilir. Örneğin bir salonda kulaklıkla ritm dinletilen ve bu ritme bedensel olarak eşlik etmeleri istenen katılımcılar, aynı ritmi sürdürenlere karşı daha sempatik hissediyorlar ve daha özverili davranışlar gösterebiliyorlar(Valdesolo ve DiSteno 2011). Üstelik senkron ritm tutturmanın özgeci davranışları arttırması henüz 14 aylık bebeklerde bile gözlenen bir etki (Cirelli ve ark 2014).

Elbette doğada karşılıksız bir kazanım olmuyor. Zak ve Barazza (2013)  uygun adım yürütülen deneklerin özgeci davranışlarının arttığını fakat bu etkinin sadece kendi gruplarına yönelik olarak gözlendiğini bildirmişlerdir. Başka bir çalışmada uygun adım yürümenin rakipleri daha zayıf ve daha az korkutucu olarak algılamaya neden olduğu, dolayısıyla da saldırgan davranışlara meyil oluşturabileceği gözlenmiş (Fessler ve Holbrook 2013).

Bu ve benzeri pek çok bulgu müziğin esas işlevinin bireyi kollektif kimliğin etkisinin dramatik biçimde arttığı bir “savaş transı” haline sokmak olduğunu akla getirebilir. Jordania’ya göre (2011) bu savaş transının temel özellikleri; Ağrı duyumunun kaybolması, korkusuzluk hali, bireysel sağkalım içgüdüleri yerine daha ‘ulvi’ amaçlara odaklanmışlık, fiziksel kapasitenin aşırı düzeyde artması, bireysel kimliğin kaybı ve kolektif kimliğin hakimiyeti, özellikle bazı ritüelistik davranışlarla kolaylıkla tetiklenebilen bir savaşa gözünü kırpmadan girebilme hali olarak özetlenebilir.

Kamp ateşi etrafında toplanmış atalarımızı düşünelim. Çember olmuş, bir melodiyi defalarca tekrarlarken el çırparak eşlik ediyorlar. Bu halin grup içi bağlılığı olduğu kadar grup dışına düşmanlığı da arttırabileceğini varsayabiliriz. Şimdi buradan tribünde aynı ritmi onbinlerce kişiyle birlikte sürdüren insanların birbirleri için ölmeye ve öldürmeye nasıl da hazır olabildiklerini, askeri marşları ve aslında savaşta hiçbir işlevselliği olmayan uygun adım yürüyüş konusundaki militarist hassasiyeti, Haka Dansı’nı, Mehter Takımı’nı, eylemlerde tekrarlanan sloganları düşünelim… Kollektif kimliğin şişkinleşmesi neredeyse her zaman müzik eşliğinde oluyor gibi.

Sonuçta ortak ritim tutmayla grup içi bağların sağlamlaşması, müzik ile de kimlik füzyonu süreçlerinin tetiklenebilmesi bir bakıma da tetiklenme eşiklerinin ne kadar düşük olduğuna işaret ediyor olabilir.

Özetle yazı boyunca bahsi geçen kavramların tamamı hem bireyin hem de insanlığın yararına da olabilecek son derece zararına da olabilecek özellikler. Evrimsel bilgiyi hiçbir şey için değilse bile insanı insani olana dair uyarmak için kullanmak gerektiğini düşünüyorum.

KAYNAKLAR

Agrawal A (2001). Kin recognition and the evolution of altruism. Proceedings of the Royal Society of London B: Biological Sciences, 268(1471), 1099-1104.

Aureli F, Schaffner CM, Verpooten J, Slater K, Ramos‐Fernandez G (2006). Raiding parties of male spider monkeys: insights into human warfare?. American Journal of Physical Anthropology, 131(4), 486-497.

Baron-Cohen S, Lombardo M, Tager-Flusberg H, Cohen D (Eds.). (2013). Understanding Other Minds: Perspectives from developmental social neuroscience. OUP Oxford.

Basabe N, Valencia J (2007). Culture of peace: Sociostructural dimensions, cultural values, and emotional climate. Journal of Social Issues, 63(2), 405-419.

Buss, David (2004). Evolutionary Psychology: The New Science of the Mind. Boston: Pearson Education

Cirelli LK, Einarson KM, Trainor LJ (2014). Interpersonal synchrony increases prosocial behavior in infants. Developmental science, 17(6), 1003-1011.

Coker C (2008). War, memes and memeplexes. International Affairs, 84(5), 903-914.

Collins A (2014). Gobekli Tepe: Genesis of the Gods: The Temple of the Watchers and the Discovery of Eden. Inner Traditions/Bear & Co.

Dawkins R (1976). The selfish gene. Oxford university Press, 1, 976.

Doğulu C, Uğurlu NS (2015). Dehşet Yönetimi Kuramı Üzerine Bir Derleme. Türk Psikoloji Yazıları, 18 (35), 33-47

Fessler DM, Holbrook C (2013). Friends shrink foes: the presence of comrades decreases the envisioned physical formidability of an opponent. Psychol Sci May;24(5):797-802.

Jonas E, Fischer P (2006). Terror management and religion: evidence that intrinsic religiousness mitigates worldview defense following mortality salience. Journal of personality and social psychology 91 (3): 553–567

Jordania J (2011). Why Do People Sing?: Music in Human Evolution. Logos.

Gillis GB (2007). Chimp power. Journal of Experimental Biology, 210(3)

Goldenberg JL, Pyszczynski T, Greenberg J, Solomon S (2000). Fleeing the body: A terror management perspective on the problem of human corporeality. Personality and social psychology review, 4(3), 200-218.

Goodall J (1986). The chimpanzees of Gombe: Patterns of behavior. Cambridge MA: Harvard University Press.

Hamilton WD (1964) The genetical evolution of social behaviour I &II. J Theor Biol 7:1–52

Henson H K (2002). Sex, Drugs, and Cults. An evolutionary psychology perspective on why and how cult memes get a drug-like hold on people, and what might be done to mitigate the effects. The Human Nature Review, 2, 343-355.

Heyes C (2012). New thinking: the evolution of human cognition. Philosophical Transactions of the Royal Society of London B: Biological Sciences, 367(1599), 2091-2096.

Kornell N (2009). Metacognition in humans and animals. Current Directions in Psychological Science, 18(1), 11-15.

Lorenz K, & Wilson MK (2002). King Solomon’s ring: new light on animal ways. Psychology Press.

Maheswaran D, Agrawal N (2004). Motivational and cultural variations in mortality salience effects: Contemplations on terror management theory and consumer behavior. Journal of Consumer Psychology, 14(3), 213-218.

Matsumoto D (1999). Culture and self: An empirical assessment of Markus and Kitayama’s theory of independent and interdependent self-construals. Asian Journal of Social Psychology, 2(3), 289-310.

Mitani JC, Watts DP, Amsler SJ (2010). Lethal intergroup aggression leads to territorial expansion in wild chimpanzees. Current Biology, 20(12), R507-R508.

Pinker S (2011). The better angels of our nature: The decline of violence in history and its causes. Penguin UK.

Ratnieks FL, Foster KR, Wenseleers T (2011). Darwin’s special difficulty: the evolution of “neuter insects” and current theory. Behavioral ecology and sociobiology, 65(3), 481-492.

Swann Jr WB, Gómez A, Seyle DC, Morales,J, Huici C (2009). Identity fusion: the interplay of personal and social identities in extreme group behavior. Journal of personality and social psychology, 96(5), 995.

Swann Jr WB, Jetten J, Gómez A, Whitehouse H, Bastian B (2012). When group membership gets personal: a theory of identity fusion. Psychological review, 119(3), 441.

Thorpe IJ (2003). Anthropology, archaeology, and the origin of warfare. World Archaeology, 35(1), 145-165.

Tooby J, Cosmides L (1988). The evolution of war and its cognitive foundations. Institute for Evolutionary Studies, Technical Report

Wrangham RW, Wilson ML, Muller MN (2006). Comparative rates of aggression in chimpanzees and humans. Primates, 47, 14–26

Wrangham RW, Glowacki L (2012). Intergroup aggression in chimpanzees and war in nomadic hunter-gatherers. Human Nature, 23(1), 5-29.

Valdesolo P, DeSteno D (2011). Synchrony and the social tuning of compassion. Emotion, 11(2), 262.

Vasey PL, Pocock DS, VanderLaan DP (2007). Kin selection and male androphilia in Samoan fa’afafine. Evolution and Human Behavior, 28(3), 159-167.

Zak P.J, Barraza JA (2013). The neurobiology of collective action. Frontiers in Neuroscience, 7, 211

Bir Cevap Yazın