İnsan her haliyle garip bir canlı. Evrimsel doğasına oldukça aykırı bir yaşam sürmek zorunda kaldığı bir sistemin yaratıcısı. Örneğin o evrimsel doğa yaklaşık 150 kişilik avcı-toplayıcı gruplar için şekillenmişken, şehirler inşa edip milyonlarcası bir arada yaşıyor. Tarım devrimi ve artı değer petri kabında bir anda çoğalıveren bir bakteri kolonisine dönüştürdü bizi. Kendi atıklarıyla diğerlerini zehirleyip öldüren o bakteriler gibi olmayacaksak aramızdan yeni gruplar ve işlevler oluşmak zorunda.
Aydına böyle bakabiliriz. Geniş halk kitleleri olaylara -insan doğası gereği- anlık tepkiler verir. Anketlere bakın, ülkenin en önemli sorunu ya ekonomi çıkar ya da terör. Doğal olarak karnım tok, sırtım pek olsun ister. Güvende olmayı arzu eder. Güncel olan meseleye ilişkin refleksif tepkiler gösterir. Aydın ise bağlamı daha geniş bir perspektiften ele almakla yükümlüdür. Toplumu bireye indirgeyerek bir analoji kuracak olursak: Birey soğuk bir kış sabahı dışarı çıkmak istemez, çünkü üşümeyi istemiyordur. Sobayı yakmak için odun kırması gerektiği, biraz üşümeyi göze almazsa hiç ısınamayacağını akıl etmek ve o odunu kırmaya karar vermek ise olayı daha geniş bir bağlamdan incelemeyi gerektirir. Toplumda aydının görevi budur. Bu analoji ekolojik sorunlara karşı alınan ve alınamayan tutumları anlamak için yararlı olabilir mesela. Yine de önemli bir unsur eksik. Bu analoji doğa-birey etkileşimi için kuruldu. Oysa aydının belki en önemli sorumluğu bireyi ve toplumu iktidara karşı uyarmaktır. İktidar propaganda da dahil her türlü aygıta sahip olduğu için aydın, toplumu iktidara karşı uyaran ve koruyan nadir kaynakların başında gelir. Daha önceki bir yazımda da hatırlatmıştım, Noam Chomsky bu sorumluluğu gayet net biçimde tarif etmiş:
“Aydının hakikat üzerinde ısrar etmekle ilgili sorumluluğu olduğu gibi olayları tarihsel perspektifinden görme görevi de bulunmaktadır… Aydınlar hükümetlerin yalanlarını ortaya dökmekle, eylemleri onların sebepleri, motivasyonları ve gizli niyetleri üzerinden analiz etmekle yükümlüdürler…”
Yani kadınlara, doğum sonrası yarı zamanlı ya da evden çalışmaya dönük bir düzenleme İzlanda’da başka, günümüz Türkiye’sinde başka niyetlilikle yapılır. Aydın kişi de refleksif bir sevince kapılmayıp, tıpkı Arzu Çerkezoğlu gibi tarihsel perspektif içinden bu düzenlemenin kadınlara eve kapatmaya dönük olduğunu öngörebilmelidir. Bakın ne demiş Arzu Çerkezoğlu: “Bu paket daha önce de gündeme getirildi. 64’üncü hükümetin emek alanına ilişkin hedeflerine baktığımızda şunu görüyoruz: ‘Güvenceli esneklik’ adı altında çalışma yaşamını daha da güvencesizleştirecek, esnekleştirecek bir dizi düzenlemeyi hedefliyorlar. Bunlardan bir tanesi de kadın işçiler ve kadın kamu çalışanları ile ilgili olan düzenleme… Bu düzenleme kadınların en az 3 çocuk doğurmasını hedefleyen, ama bunu yaparken de evden yarı zamanlı, kısmi zamanlı, güvencesiz çalıştırılmasını hedefleyen bir yaklaşımın ürünü. Davos’ta gerçekleşen toplantıda Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ‘Dünyayı kadınlar kurtaracak. Kadınların istihdama katılımını artıracağız, bu şekilde de kapitalizm kendi krizine çözüm bulacaktır’ demişti. Kadınları daha esnek daha güvencesiz, daha düşük ücretle çalıştırılacak büyük bir işgücü deposu olarak görüyorlar. Kadının istihdama katılımı adı altında aslında güvencesizliği kadınlardan başlayarak bütün işçi sınıfına yaymayı hedefliyorlar. Şimşek’in sözleri bunun bir itirafıdır. O nedenle biz bu düzenlemeye ilk günden bu yana karşıyız. Kadın çalışanlar diğer tüm çalışanlarla eşit haklara sahip olmalıdır.” İşaret ettiği durum ise şu tabloda izlenebilir:
Yetmez Ama Evet (YAE) meselesine gelelim… YAE’nin kimin değirmene su taşıdığı tarihin şu noktasından bakıldığında pek tartışma kaldırmıyor sanırım. Fakat aydının işlevi tam da tarihin o noktasındayken de buraya projeksiyon yapabilmesinde zaten. Peki, aydın da olsa insandır ve hata yapmıştır diyelim. O zaman da aydından beklenilen özür müessesesine tüm unsurları ile başvurması olacaktır. Özür temel olarak bağışlanma arzusunun ve pişmanlığın ifade bulması demektir. Fakat sadece pişmanlık ve bağışlanma arzusundan ibaret bir özür, özrün muhatabını daha da öfkelendirecek bir samimiyetsizlik olarak da algılanacaktır. Özür ancak kendisine konu olan edime ilişkin tüm hakikati barındırdığında işlev görebilir. Hem edimin sebebine ilişkin (ihmal, kasıt, kişisel çıkar beklentisi…) hem de edimin tüm sonuçlarına ilişkin hakikatten bahsediyorum. Sonuç olarak “tamam şimdi olsa yapmazdım ama zaten YAE’nin toplam oy potansiyeli ne oldu ki yaeee?” özür işlevini görmez, daha da öfkelendirir. Bazen özür kabahatten bile yaralayıcı olabilir gerçekten de.
İşin ironik tarafı YAE’nin sonradan özrü gerektirecek oluşunun da tam da hakikat yoksunluğundan kaynaklandığını düşünüyorum. Yetmez Ama denilecek kadar bile demokratikleşme ve toplumsal mutabakat için öncelikle mutabık olunan zeminin, yani hakikatin tanımlanması gerekir. Bireysel ya da toplumsal, hakikati barındırmayan bir reçete ile iyileşmek mümkün değildir. Hele de gerek kurucu öyküsü, gerekse yaşam öyküsü bu derece travmayı barındıran bir ülkede. Çok uzağa bakmaya gerek yok, ulusal marş olarak seçilen şiir bile son derece travmatik bir metindir.
Örneğin Murat Belge “Ellerim kırılsaydı da oy vermeseydim diyecek halim yok, o zamanın şartlarında doğru davrandığımı düşünüyorum” dediği röportajında tam da özür işlevi görmeyen özür ifadeleri ile kızgınlığa neden olabilir. Yine aynı röportajda “Bizler en lüzumsuz adamlardık. Çünkü biz gidip Kürtler’e ‘Barış iyidir’ diye anlatacağız. Zaten Kürtler bunun iyi olduğunu biliyorlar. Bize de ihtiyaçları yok” ifadesi de benzer şekilde ediminin tüm sorumluluğunu almaktan kaçınma gayreti gibi görünüyor. Daha da ironik olan “Ben de doğrusu kendimi kandırılmış hissediyorum” ifadesi sanırım, tam da değirmenine su taşıdığı değirmencinin sorumluluklarından bir anda sıyrılmasına sebep olan o tanıdık mazeret… Hal böyleyken Murat Belge’nin risk altındaki akademisyenler için oluşturulan sınırlı bir kaynaktan yararlanmasının etik açıdan tartışılabilir olduğunu düşünüyorum. Altanlar için de durum çok farklı görünmüyor.
Meselenin özre ilişkin kısmı nazarımda bu şekilde. Şimdi aslında beni bu yazıyı yazmaya motive eden nedene gelelim: Özür borçlu olan Altanlar’ın müebbet hapsine verilen tepkiye… Altanlar’ın müebbet hapsini olumlamak -hatta eli büyüteyim, tepkisiz kalmak- tam da Altanlar’dan ihtiyaç duyulan o özrü gerektiren nedeni oluşturuyor sanırım: Olayları tarihsel perspektiften görmemek, durumu iktidarın sebepleri, motivasyonları ve gizli niyetleri üzerinden analiz etmemek… Altanlar özre konu olan edimlerine dair cezalandırılmadılar, bilakis bu edimleri yeterince istikrarlı ve yoğun biçimde sürdürmedikleri için cezalandırıldılar. Üstelik savrulageldikleri ideolojik konumları nedeniyle geniş katılımlı bir tepkiye neden olamayacağı için, gazetecilikten alınan cezanın çıtasının azami seviyeye çıkarılmasının nesneleri oldular. Ankara Gar patlamasını hatırlayın, bir bombalı terör saldırısında ölüm sayısına verilen tepkinin eşiğini nasıl da değiştirmişti. Altanların cezası da “aşırı” ve “buna da şükür” eşiklerini azami seviyede arttıracaktır.
Aslında bu konuda bu kadar kelam etmek yerine Ahmet Şık’ın şu 2 dakikalık videosunu da dinleyebilirdik belki
Umut Özkırımlı bu arada “Bir Savunma Mekanizması Olarak Yetmez Ama Evet Karşıtlığı” başlıklı bir seriye başladı. Başlığı sıkıntılı buluyorum, YAE de YAE karşıtlığı da savunma mekanizması olmak zorunda değil. Politik kararları psikolojize etmek muhalifliği de şizofreni olarak tanımlamaya kadar gidebilen bir yolun başlangıcı olabilir. Yine de YAE karşıtlığı değilse de YAE’ye Altanlar özelinde kristalize olan bu tepkinin bazı savunma mekanizmaları sonucunda oluşabileceğini ben de düşünüyorum. Umut Özkırımlı başladığı için yazıyı o konuda ayrıntılandırmayacağım ama insanın ne yaparsa yapsın baş edemediği bir güç ile çaresizce özdeşleşmek ihtiyacı da hissedebileceğini hatırlatmak isterim sadece.
Ölümünden birkaç yıl önce 17 yaşındayken Nazi gençlik örgütüne üye olduğunu itiraf edebilme cesaretini bulan Gunter Grass’a kulak verelim: “Hem o delikanlıyı hem de kendimi temize çıkartmak için, Bizi kandırdılar! bile diyemem. Hayır biz kandırılmamıza izin verdik, ben kandırılmama izin verdim…” YAE savunuculuğu kandırılmakla açıklanamaz. YAE savunuculuğu yaptığı için eleştirilmeyi hak eden bir gazetecinin müebbet hapis cezasını olumlamak da ileride kandırılmakla açıklanamayacak.