Deliriş Ertuğrul

İzleyenin Çocuksuluğu

Diriliş Ertuğrul’u izlemedim ama izleyenleri izledim. Dolayısıyla dizi ilgili değil, izleyenlerin bazı aşırılıklar içeren halleri üzerine yazacağım. Diziyi izlerken “kelle alma” sahnesini tuttuğu takımın gol atması coşkusuyla yaşayanları, benzer bir coşkuyla oyuncak kılıçlarla savaş sahnelerine iştirak edenleri ya da role girebilme umuduyla oyuncak pelüş ata binerek diziyi izleyenleri kastediyorum. En nihayetinde bir dizi olmakla birlikte zamanın ruhuna ışık tutan bir fenomen olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden yazıda da dizinin coşkusundan zamanın ruhuna bakan bir perspektif deneyeceğim.

Öncelikle ilk bakışta delilik gibi görünen bu halin kesif bir çocuksuluk barındırdığını hatırlamakta yarar var. Bir dönemin çocukları He-man çizgi filmini bu şekilde izler, kılıçlarıyla gölgelerin gücünü toplayıp He-man’e dönüşür, bu güç ile Titrek’ten Atılgan’a dönüşen kaplanları bisikletleri ya da oyuncak atlarıyla ikame ederlerdi. Sonraki çocuklar ise Hulk, Demir Adam, Superman gibi farklı figürlerle de olsa bu dönüşüm fantezisini sürdürdüler. Şimdi sıra büyüklere gelmiş görünüyor. O zaman önce çocukluğa, sonra da erişkinleri çocuklaştıran zamanın ruhuna bakalım.

diriliş ertuğrul 2
Bu ve izleyenlerin diğer fotograflarını onedio.com’dan aldım

Bebeğin İnsanlaşma Serüveni

Bebek doğduğunda kendilik temsili yoktur. “Benim uykum geldi” cümlesini kuramayışının tek nedeni henüz dil edinimi olmayışı değildir yani. Ortada “Ben” yoktur. Dolayısıyla doğumundan önce tanışık olmadığı yorgunluk, ninni, karın ağrısı, ışık, popo yanması, sütün tadı, kucak, karın ağrısı, kusmuk, annenin kokusu, serinlik, kaşıntı gibi duyumsama deneyimleri fragmante halde yaşantılanır. Hatta bütün bu deneyimlerin simgesel temsilleri olmadığı gibi (sözcükler), imgesel temsilleri de oluşmamıştır henüz. Dolayısıyla bebeğin ne yaşadığını bütünüyle anlamanın da anlatmanın da mümkün olamayacağını kabul etmek gerekir. Yine de bir tahminde bulunma cesaretini göstermekten kendimi alıkoyamayacağım: Bebek o anda neyi duyumsuyorsa (bunu temsil edemese de, hatta tam da temsil edemediğinden dolayı)onun açısından kendisi de dahil olmak üzere tüm evren o duyumsamadan ibaret olabilir. Acıktığında açlıktan ibaret, doyduğunda tokluktan ibaret bir evren. Belki de bu yüzden yeni doğmuş bir bebek acıktığında mızmızlanamaz, etinden et koparılmış gibi ağlar. Bu olgu ekstrem durumlarda yetişkinlikte de kendini hatırlatabilir. Yetişkin de boğazı çok ağrıdığında bütün bedeni ağrıyan boğazından ibaretmiş gibi hissedebilir mesela. Ve meditasyon tam da bu düzlemden ağrıya tahammülü kolaylaştırıyor olabilir. “Ağrıyı azaltıyor olabilir” dememeyi bilinçli olarak tercih ettim. Ağrı eşiği çalışmalarında ağrılı uyaran klasik olarak deneğin bir elinin buzlu suya sokulması ve deneğin elini bu suda ne kadar süre boyunca tutabildiğinin ölçülmesi ile gerçekleştirilir. Meditasyonun ağrıya etkisini ölçen bir çalışmada, yoga yapan grubun kontrol grubuna göre ağrıya daha fazla dayanabildiği ortaya konuldu. Katılımcılara ağrı ile baş etme stratejileri sorulduğunda da ilginç bir durum saptandı. Kontrol grubu (meditasyon yapmayanlar) ağrıyan ellerini ve ağrıyı düşünmemeye çalışmaya gayret ederek, yogiler ise ağrının farkında olarak ama ağrıyan elleri ile ağrımayan elleri ve bedeninin geri kalanının bütünlüklü biçimde algılamaya gayret ederek baş etmeye çalışmışlar. Sonuç olarak ellerinde hissettikleri ağrının puanlanması istendiğinde yogiler daha yüksek ağrı skorları bildirmiş fakat bu ağrıya kontrol grubuna göre daha iyi tahammül edebilmiştir. Bu durum ağrı karşısında insanların bebekleştikleri, fakat bebekleşmenin ağrıya tahammüle yardımcı olmadığını gösteriyor olabilir. Aynı denklemin ağrı ya da kaşıntı gibi fiziksel uyaranlar yerine utanç ya da kızgınlık gibi ruhsal uyaranlar için de geçerli olduğunu düşünebiliriz: Yok sayarak baş etme çabası ilkel ve etkisiz bir stratejidir.

Neyse, biz bebeğimize dönelim. Bebek bu kafa karışıklığından çeşitli aşamalardan geçerek çıkabilecektir. İlk olarak ayna evresi ile kendisinin bir imgesine kavuşur. Aynada, suda ya da gölgesinde gördüğü imge ona aittir işte. Artık bir “Ben” vardır. Yine de çok heyecanlanmayın, bu “Ben” bildiğiniz anlamdaki bir ben değildir. Simgesel değil imgesel bir “Ben”e kavuşmuştur bebeğimiz. Yani karnı acıkan “Ben”, uykusu gelen “Ben”, o oyuncağı isteyip parmağıyla gösteren “Ben” vardır. Dolayısıyla bütün evren duyumsadığı o deneyimden ibaret olmak zorunda değildir. Acıkınca açlıktan müteşekkil bir evrene fırlatılmaz, karnı acıkan bir “Ben” vardır ve bu haliyle de hoşnutsuzluk yaratsa da açlık, önce mızmızlanılabilecek kadar tahammül edilir bir şey olabilecektir artık.

Ben Ruhi Bey Nasılım


Sizinle görüşelim Ruhi Bey
Vaktim yok, vaktim yok
Ruhi Bey, görüşelim
Vaktim yok görüşmeye kimseyle
Ruhi Bey
Kendimle bile, kendimle bile.

Edip Cansever

Haberler iyi gibi görünse de artık hayatın geri kalanı boyunca musallat olabilecek bir sorunun tohumları atılmıştır: “Ben kimim?” Hatta bebek için bu soruyu “Ben neyim?”  ile daha isabetli biçimde tarif edebiliriz. Ayna evresi ile kavuşulan “Ben” imgesi, bir anda çöküp her şeyi bütünüyle kapsayan duyumsamalara fayda etmekle birlikte, bir yandan boş bir tuval gibidir. Çerçevelenmiş, hatta duvara asılmış ama doldurulmayı bekleyen boş bir tuval. Ayna nesnesinin yardımıyla edinilen bu imgenin doldurulmasında artık başka bir aynaya ihtiyaç vardır: Annenin gözleri. (Birincil bakım veren genelde anne olduğu için burada ve yazının devamında anne olarak ifade edeceğim). Yeteri kadar ruhsal enerjiye ve olgunluğa sahip her anne (ve baba ve hatta diğer erişkin yakınlar) bebeğin gösterdiği her gelişimi ilgi ve hayranlıkla karşılar. Bir nesneyi tutabiliyor olması, tanıdığı kişileri gülümsemeyle selamlamaya başlaması, bir nesneyi tutabilmesi, tuttuğu bir nesneyi fırlatabiliyor olması, ilk adımları bu ilgi ve hayranlığın doğal nedenleridir. Vygotsky’nin “Yakınsak Gelişim Alanı” (Zone of Proximal Development) olarak çevrilen kavramından bahsediyorum. Bebek halen emekliyorken anne onu hayranlıkla aynalamak için koşması gibi uzak (distal) bir aşamayı beklemez, ilk adımları hayranlığını kazanması için yeterlidir. (Şehirli ve endişeli ebeveynler ise çocuğun zaten bir süredir bulunduğu aşamayı hayranlıkla karşılamakta ısrar edebilirler, yani çocuk ilk adımlarını atmak üzereyken emeklemesi de hayranlık konusu olabilir, bu da ruhsal gelişim önünde başka bir zorlanma yaratacaktır.) Çocuğun gelişimi için merdiven metaforunu kullanacaksak; erişkinler çocuğun kaldırıp bir üst basamağa attığı adımı görüp kutlarlar, basamakta sabit duran ayağını değil. Ya da iki önceki basamağı tırmanan adımını da değil. Ya da kutlama için merdivenin tepesine çıkmasını da beklemezler. Hep yeni atılmakta olan “o” adımın kutlanması, merdivene çıkılmayı her iki taraf için de coşkulu bir sürece çevirmek için yeterlidir.

İdeal koşullardaki sağlıklı bir gelişim süreci içerisinde bebeğimiz teşhirci ve büyüklenmeci tavırlarla bu dönemin tadını çıkaracaktır. “Anne bak, sayıları icat ettim: Bir, iki, dört!” Bir erişkin için zavallıca olabilecek bu düzey, bebek için elbette bir ilerlemedir ve ailesi tarafından samimi hayranlık ve mutlulukla tebrik edilir. Bu teşhircilik hayranlıkla karşılaştıkça bebek boş çerçeveli tuval halindeki “Ben” imgesini büyüklenmeci içerikle doldurur. Bu teşhirci büyüklenmeciliğin aynalanması, doğal olarak tümgüçlülük (omnipotans) duygusuyla sonuçlanacaktır. Otonomisini daha da kazandığı iki yaş civarında bu durum daha da belirginleşir (terrible two). Majesteleri artık sadece kendisini değil, etrafındaki her şeyi de kontrol edebilmeyi doğal bir hakkı olarak görmektedir. O masal böyle anlatılacak, masada kendisi şurada ve babası orada oturacak, o değil öteki ayakkabıyı giyecek… Fakat elbette majesteleri hayatın başka bir gerçeği ile çok geçmeden karşılaşmak zorunda kalacaktır:
Gücünün doğal sınırlarına ulaşmıştır. Ne kadar şirinlik yaparsa yapsın ya da şirinlik işe yaramadığında o ölçüde şirretlik; sadece çikolata yiyerek beslenemiyordur, bıçakla oynamasına izin verilmiyordur ya da istediği saatte yatağa gidemiyordur. Bütün bunlardan da önemlisi, biricik aşkıyla bile istediği kadar yakınlaşamıyordur. Artık meme ona yasaklıdır, annesinin yanında uyumasına izin yoktur. Ustelik annesinin yanında uyumasına izni olan birisi varken! Bu işgalci adam def edilmeli ve ülkede (evinde) huzur ve dirlik yeniden tesis edilmelidir. Fakat adamı yenmek mümkün değildir. Kendisinden daha büyük, daha güçlü ve daha bilgilidir. Yenilgi kaçınılmazdır. Babasız büyüyen çocuklarda da durum çok da farklı değildir. Anne “ayıp” diye bir şeye işaret ediyordur. Ayıp ile çocuğun ve hatta annenin arzusuna rağmen, ikisi tarafından da aşılamayacak olan nesnesi belirsiz ama mutlak bir engel işaret edilmektedir. Lacancı bir üslupla baba yoksa bile “Babanın Adı” vardır diyebiliriz yani. Anne tarafından teşhirciliği yeterince aynalandıysa, ve -sonrasında da yenilecek olsa da- kalkıştığı rekabet baba tarafından yeterince hoşgörülü ve sıcak bir şekilde karşılandıysa, çocuk hayal kırıklığını atlatabilecek gücü bulabilir ve bir sonraki aşamaya geçer. Oğlan çocuğu babaya, kız çocuğu da anneye bakıp onu idealleştirerek onu içselleştirir. Kohut’un tabiriyle çocuk teşhircilikten röntgenciliğe geçmiştir artık. Çocuğun ebeveyni tarafından yeterince aynalanacak kadar görülmeye ve, idealleştireceği ebeveynini görebileceği kadar sıcaklık ve yakınlıkla karşılanmaya ihtiyacı vardır. Oğlanlar tıraş olmaya heveslenir, niye yaptıklarını bilmeden maç izlerken bağırır-çağırır (şimdilik babalarının niye yaptıklarını bilerek maç izlerken bağırıp çağırdığını varsayalım), kızlar annelerinin takılarını aşırır, topuklu ayakkabılarında yürümeye gayret eder…

baba
kaynak: kulturservisi.com

Uygun koşullarda ebeveynin nitelikleri ne olursa olsun idealleştirilebildiğini görürüz. Mesela “Babam bize haram lokma yedirmedi.” cümlesi, kamu görevlisi olmayan, ihalelere imza atmayan, dolayısıyla da haram lokmaya ulaşımı, koşulları nedeniyle zaten çok da mümkün olmayan sıradan işçi babalar için kurulabilir. Benzeri olan “Annem bize her şeyden çok önem verdi, hep sevdi.” cümlesi de aslında geleneksel çalışmayan ev kadını rolünün bir parçasıdır. Dolayısıyla olgun ve özenli bir sevgiyle büyütülmüş çocuklar ebeveynlerinde idealleştirecek nitelikleri her zaman bulacaklardır. Ideal olan ebeveynin kendi niteliklerinde değil, çocukla kurduğu ilişkidedir. O ilişki, sıradan bireylerin idealleştirilen ebeveynler haline gelmesi için yeterlidir. Karşılıksız sevgi ilkesi çocuk büyüdükçe ters taraflı da çalışmaya başlar. Sadece çocuk oldukları için sevilen, bir dahi ya da şampiyon bir atlet olmasa da gelişimi coşkuyla karşılanan çocuklar büyüdükçe ebeveynlerini sadece ebeveynleri oldukları için severler. Kohut bu doğrultuda Oidipal evrenin kural olarak patojenik olmayan, ideal koşullarda onarıcı ve olgunlaştırıcı niteliklerine vurgu yapmaktadır: “Klasik analizin bakış açısıyla Oidipal evre dört dörtlük biçimde nevrozun çekirdeğidir;… kendilik psikolojisinin açısından bakıldığındaysa, Oidipus kompleksi (bireyi suçluluk duygusuyla kuşatıp nevroza yatkın kılsa da kılmasa da) bağımsız kendiliğin sağlamlaşmasına yönelik önemli bir katkının gerçekleştiği, kendiliğin kendi örüntüsünü öncekinden daha güvenli biçimde takip etmesini sağlayan önemli bir kaynaktır.” Ancak ideal olmayan koşullar da vardır.

Talihsiz Çocukluklar

bunun_muhabbeti_de_hic_cekilmiyor yiğit özgür
Yiğit Özgür konuyu açıyor

Öncelikle çocuğun teşhirciliğini aynalayamayan anneler vardır. Tarkovsky’nin Ayna (Zerkalo, 1975) filmi -ismi de dahil olmak üzere- bu konuda ders olarak okutulabilir. Otobiyografik bir eser olan Ayna, Tarkovsky’nin annesiyle yaptığı telefon konuşmasıyla açılır. Tarkovsky annesine hangi günde olduğunu sorar, sonra günün hangi saatinde olduğunu, sonra sabah mı akşam mı olduğunu. Adeta çocuklaşmış ve içinde bulunduğu evreni annesinin ona tarif etmesini istemektedir. Annesi bu durumdan memnun olmaz, bunun üzerine Tarkovsky annesinin memnuniyetsizliğinden yakınır. Konuşma annesinin telefonu kapaması ile sonuca bağlanmadan sonlanır. Tarkovsky (yine) annesinden ihtiyacını karşılayamamıştır. Film Tarkovsky’nin çocukluğuna döndükçe onun annesinden aynalanma ihtiyacının aslında hiç karşılanmadığını anlarız. Film boyunca kocası savaşta olan depresif genç anne çocuklarının yüzüne neredeyse hiç bakmamaktadır. Fiziksel ihtiyaçları karşılanan ama teşhirciliğe hiç olanakları olmayan bu çocuklar köy evlerinde kendi hallerinde büyümektedirler. Filmde sürekli ortada olan, bazen yere dökülen, bazen kedilere verilen ama çocukların içmesinin bir türlü nasip olmadığı sütleri görürüz ki, bu imge ile çocuğun anneden karşılayamadığı aynalanma ihtiyacı ifade buluyor olabilir. Daha sonra aile köyden taşınacaktır. Filmin sonunda güncel (yaşlı) annenin köy evine giderek iki küçük çocuğu eski (genç) anneden alarak uzaklaştığını ve genç annenin geride kaldığını görürüz. Tarkovsky filmin başındaki telefon konuşmasıyla annesinden aynalanma ihtiyacını karşılayamayacak olduğunu kabullenmiş ve ihtiyacını karşılama umudu (içemiyor olsa da sütü olduğunu bildiği anne) ile vedalaşmıştır.

zerkalo
Ayna’ya bakan Tarkovsky, aynanın yansıtıcı olmayan arka yüzeyiyle karşılaşır

Başka bir zorluk da içselleştirilecek kadar görünemeyen; depresif, yılgın, sinmiş, olan ama orada olamayan babalardır. Bu durum babanın hiç olmamasından daha zorlayıcı bile olabilir. Babanın hiç olmadığı (öldüğü, bilinmediği vs) durumlarda oğlan çocuğu için başka bir yetişkini (dayı, dede, öğretmen ve hatta kamusal figürler; devlet adamları, bilim insanları, sporcular…) idealleştirilebilir. Tarkovsky’nin Ayna’sı bu konuda da örnektir. Baba savaş nedeniyle yoktur ama savaş bittikten sonra da yok gibidir. Film boyunca olan ama görünemeyen bu baba rüzgar ile sembolize ediliyor olabilir. Olduğu bilinen ama elle tutulamayan bir nesne için oldukça isabetli bir sembol gibi görünüyor*.

Oldukça popüler olmuş bir TV dizisi olan Breaking Bad’de de benzer bir durumdan bahsedebiliriz. Dizinin protagonisti Walter White oldukça yetenekli, parlak bir gelecek vaad eden genç bir kimyacı iken sevgilisi (?) kendisi yerine ortağını tercih edince yenilgiye uğramış hisseder ve ortaklığı terk eder. Ardından kariyeri beklenmedik biçimde düşüşe geçerek sonunda lise öğretmeni ve yarı zamanlı oto-yıkamacısı işçisi olur. Ortağı ise sevgilisiyle evlenir, kurdukları şirket çok başarılı olunca kendisi de zengin ve parlak bir iş insanı oluverir. Bu durum Walter’ın kendilik temsilini (bu konuya daha sonra açıklık getireceğiz) onarılması güç biçimde zedelemiştir. Sürekli itilip kakılan, kıymeti bir türlü anlaşılamayan Walter, biriken öfkesini tersine çevirdiği (reaksiyon formasyon savunma mekanizması) bir nezaket maskesi altında zaptetmeye çalışmaktadır. Ergen oğlu Walter Jr, babasına baktığında iyi niyetli, nazik, çalışkan ama gerçekte (çekirdek kendiliği) görünmeyen bir adam görmektedir. Daha doğrusu uyumlanma gayreti dışında bir şey görememektedir. Bu dönemde Walter Jr adını Flint olarak değiştirmeye karar verir. Walter ise kendisinden beklenen biçimde bu durumu da anlayışla karşılar ve uyumlanmaya gayret eder. Kanser olduğunu öğrenen Walter ölümünden sonra ailesine bir birikim kalabilmesi için metamfetamin pişirmeye başlar. Onceleri mütevazi bir birikim amaçlayan Walter, yüksek kimya bilgisi ve çalışma etiğiyle saflık değeri o zamana kadarki en yüksek metamfetamini üretir ve piyasa bu yeni “oyuncuya” göre yeniden şekillenir. Kimliğini korumak amacıyla ikonik bir bilim insanı olan “Heisenberg”’in adını kullanmayı tercih eden Walter, bu başarısıyla kendine olan güvenini yeniden kazanır ve giderek ailesi için değil, bu başarıdan elde ettiği tatminin tutkusu nedeniyle, ve hatta ailesine rağmen metamfetamin pişirmeye devam edecektir. Başarısıyla tatmin ve kendinden memnun olan Walter’a baktığında, oğlu başka bir şey görmüş olacak ki bu dönemde adını tekrar Walter Jr olarak değiştirecektir. Son olarak Walter’ın babasının hiç ortada olmadığı, annesiyle de iletişiminin yıllar önce koptuğunu da hatırlamakta yarar var. Dizide idealleştirmenin isim edinme üzerinden temsil bulduğunu görebiliriz. Walter’i Heisenberg yapan dönüşüm, Flint olan Walter Jr’ı tekrar Walter Jr. yapmıştır. Türdeşlerine göre oldukça kaliteli bir örnek olan Breaking Bad böylesine isabetli bir göndermeyi birkaç sezona yayılacak bir sabırla işleyebilmiştir. Ve tüm kalitesine rağmen sonuçta popüler bir ürün olan Breaking Bad bu göndermeyi izleyiciye “hissettirmek” yerine, karakterin kendi ismini değiştirmesi gibi oldukça belirgin bir sembolizasyonla, adeta bağıra çağıra anons etmiştir. (Tıpkı Walter’ın soyadının White, ortağının Black ve çırağının Pinkman olması gibi).

walter white heisenberg
Bu görselden yüzlerce var(mış), nereden bulduğumu hatırlayamadığım için kaynak gösteremedim.

Son olarak çocuğun kendisiyle rekabet etmesini bir tehdit olarak algılayıp, çocuğun rekabetini onu sakatlayarak bertaraf eden babalar da vardır. Boynuz kulağı geçer. Baba (genel olarak ebeveyn) hem boynuzun kendisini geçmesinden memnuniyet duyabilecek, hem de boynuzun kendisini geçmesi yönünde beklenti ve baskı oluşturmayan kulak olabildiğinde iyi ebeveyn olacaktır. Bu her zaman mümkün değildir. Orneğin kollektif bilinçdışı kozmogoniyi, yani insan da dahil olmak üzere tüm kozmosun doğuş öyküsünü bir dizi babayı öldüren oğul öyküsü üzerine kurar. Gaia (yer) ve Uranus’un oğlu Kronos babasını hadım eder ve iktidara geçer. Çocuklarının kendisini devirmesinden korktuğu için hepsini yer. Ondan saklanabilen Zeus da babası Kronos’u öldürerek iktidara geçecektir. Oğlunun kendisini öldüreceği kehanet edilen kralın öyküsü farklı biçimlerde tekrarlanır, durur. Bu oğulların en meşhuru ise yukarıda bahsi geçen Oidipus’tur. Boynuzun kendini geçmesinden korktuğu için onu sabote eden kulak için (Oidipus’un adı zikredilmeyen babası olan) Laius Sendromu terimini önerme cüreti gösterdiğim yazı için şuraya buyrunuz.

Babanın küçümsemesinden sakatlanan çocuğun anatomisini ise Kafka’nın “Babaya Mektup”unda bulabiliriz. Kafka idealleştirip içselleştiremediği o baba figürünün eksikliğini öyle derinden hissetmektedir ki, içinde babalık müessesesine ilişkin bir unsur barındıramamaktan, bu yüzden bir aile kuramıyor olmaktan dolayı acı acı inlemektedir mektup boyunca. Bu gönderilemeyen bir mektup olmasına rağmen babanın hiddetinden öyle ürkmektedir ki Kafka, bütün öfkesine karşın sıklıkla babasını da anladığını ifade etmek zorunda hissetmiştir. Dönüşüm’de bu içselleştirmeden mahrum kaldığında kendisini ne kadar garip, küçük ve çaresiz hissettiğini sembolize etmeye çalışıyor gibidir.

Talihsiz Çocuklukların Talihsiz Sonuçları

Özetle yukarıdaki sırasıyla; “görmeyen anne”, “görülmeyen baba” ve “ulaşılmaz baba” şeklinde isimlendirebileceğimiz durumlar, çocuğun büyüklenmeci teşhirden, idealleştirerek içselleştirmeye geçişi zorlaştıran koşullardan ilk akla gelenleridir. Bu durumda çekirdek kendilik bütünlüklü bir dönüşüme uğrayamaz ve çocuğun büyüklenmeci fantezileri olgun ideal ve hedeflere çevirme olanağı kalmayabilir. Astronot olma fantezisinin, pilot olma hedefine çevrilememesi gibi. Bu durumda çocuğun farklı dönemlerdeki gelişimsel ihtiyaçları bütünleşik olmayan parçalar halinde varlıklarını sürdürmeye devam ederler.

Örneğin görmeyen anne ile geçmek zorunda kalan çocukluğun sonuçlarından birinin mitomani, yani gereksiz yalanlar üretme ihtiyacı olabilir. Mitomanideki yalanlar somut bir çıkarı amaçlamaz. Mitomanisi olan bir birey görülme ihtiyacını görülecek bir öykü üreterek tatmin etmeye gayret eder. Bu öykü genellikle yetiştirme yurdunda büyüdüğü ve sonradan evlat edinildiği, küçükken ölümden döndüğü ve babasından nakledilen karaciğer ile yaşama tutunabildiği ya da tıp fakültesi kazanmış olmasına karşın ailesine bakabilmek için üniversiteyi bırakmak zorunda kaldığı gibi akılda kalıcı unsurlar barındırır. Bu hikayeler o kadar dallanabilir ve farklı kişilere farklı öyküler anlatılmış olabilir ki sonunda kişi gerçeğe dönmeyi arzu etse de artık erişmekte zorlanıyor olabilir. Patricia Highsmith Yenetekli Bay Ripley’de bu duruma yakın bir öyküyü tarifler.

yetenekli bay ripley

Mitomanide kurulan bu öykü nadir olmayarak tıbbi bir içeriğe de sahiptir. Bu durumda “Yapay Bozukluk” (factitious disorder) denilen tablo oluşur, palavralarıyla ünlü bir karakter olan Baron von Münchausen’den esinle von Münchausen Sendromu olarak da adlandırılır. Von Münchausen Sendromunda kişi tedavi ekibine gerçekte bulunmayan şikayetler tariflemekte ve tıbbi öyküsünü de çarpıtarak vermektedir. Kişi hastalık tablosu oluşturmak amacıyla tetkikleri bozacak girişimlerde de (mesela idrar numunesine dışkısını karıştırmak) bulunabilir.

Bu türden talihsiz çocukluğun olası sonuçlarından bir diğeri de “kırılgan narsizm”dir. Kırılgan narsizmi olan bir bireyin büyüklenmeci fantezilerden azıyla tatmin olması mümkün değildir. Örneğin tıbbiye öğrencisiyse ileride Yale’de doktora yapmaktan ya da Nobel almaktan aşağısıyla yetinemeyecektir. Bu durumda ise finallere çalışırken kilitlenir çünkü henüz lisans eğitimi sırasında dönem birincisi olamıyorsa Nobel almayı beklemek absürt olacaktır. Kendisi için geçme notu bir anda dönem birinciliği olduğunda (ki bu durumda da Nobel’i alacağı garanti değildir ama birinci olamazsa ona göre Nobel’i alamayacağı kesindir) bu kaygı ile çalışmak mümkün olmaz ve öğrenciyken kendi potansiyelinin çok altında performans gösterebilir. Bu durumda Nobel’i, finalleri ve bunların temsil ettiği şeyleri değersizleştirmek zorundadır, bu örnekte modern tıp bu durumdan nasibini alacaktır. Eğitim anlamsızdır, modern tıp ilaç firmalarının denetimindedir, hocaların kendilerinin bir şeyden haberleri yoktur… Esas bilgelik geleneksel tıptadır. Rota geleneksel tıbba kırılır, artık Nobel değil Lokman Hekim’in tamamlayamadığı ölümsüzlük iksirini bulmak onun bu dünyadaki varlık nedeni olacaktır. Orada bir duvara çarpınca rota başka bir yere kırılır, bir yer kalmayınca da depresyon veya bağımlılık hiç şaşırtıcı olmaz. İşte teşhirci büyüklenmeciliği aynalanmış ama babayı içselleştirememiş bir oğlan çocuğunun, büyüdüğünde fantezileri hedeflere çevirememesi durumunda karşılaşması muhtemel senaryolardan birisi budur. İnsanlar Barcelona’da futbol oynama fantezisi kurabilirler ama bu fantezi bir ideal ve gerçekçi bir hedefe kaynaklık edemediğinde bireyin sporla ilişkisi tamamen kopmak zorundadır. Öyle ya, henüz Hereke Yıldızspor’da yedek kalıyorsa, Barcelona imkansızdır. O zaman hayatından sporu tamamen çıkaracaktır. Bu hayatlar bir süre sonra çoraklaşmaya mahkumdurlar.

İdealleştirilip içselleştirilen bir ebeveyn figürü çekirdek kendiliği tesis eder ve onun sürekliliğini sağlar. Bu durum da bireyin kendine ilişkin içten ve makul bir memnuniyet duygusu beslemesi ile sonuçlanacaktır. Bu durum daha mekanik ama ölçümlenebilir biçimiyle de tariflenebilir. Kişi idealleştirilmiş ve içselleştirilmiş ebeveyn figüründen mahrum olduğunda kendilik sürekliliği olmaz, kendilik bağlama büyük oranda bağımlı olur. Yani sınavdan 95 aldığında dahi olduğunu düşünür, 2 gün sonraki başka bir sınavdan 45 aldığında ise aptal olduğuna emindir. Oysa kendilik sürekliliği tesis edilmiş bir kişi bu iki sınavla ilgili birine çok, diğerine az çalıştığını ya da bir konuya çok, diğerine ise daha az yeteneği olduğu gibi kendilik sürekliliği içerisinden atıflar getirecektir. Kendilik sürekliliği olmadığında her yeni deneyim kişiyi sıfırdan tanımlayacakmış gibi bir duygu barındırdığından, kişi yeni deneyimlere atılmakta çekince gösterir. Romantik bir yakınlaşmada reddedilmesi onu kendi nazarında yüzüne bakılmayacak biri haline getirdiği için flört etmek muazzam gerginlik nedenidir. Oysa kendilik sürekliliği olan kişiler flört etmek için ancak reddedilmeyeceklerine emin olmayı beklemezler. Hatta başarılı çapkınlar için reddedilmek oyunu daha zevkli hale getiren bir unsur bile olabilir. Ancak bir flört denemesinde reddedilmek ya da ilişkide terk edilmek kişi için kendisini tamamen tanımlayan bir deneyim duygusu veriyorsa kaygı, ve daha kötüsü şiddet ve saldırganlık ile sonuçlanabilir… Bu konuda başka bir kavram da kendilik çelişkisi (self discrepancy). Kişinin kendisini nasıl algıladığı aktüel kendilik (actual self), kendini nasıl görmekten tatmin olacağı ise ideal kendilik (ideal self) ile ifade edilmekte. İdeal kendilik ile aktüel kendilik arasındaki makas ne kadar büyükse kişinin anksiyete ve depresyon yaşama olasılığı o kadar fazladır. Bu fark kendilik çelişkisi kavramı ile ifade edilir. Kendilik çelişkisinin yüksek oluşuna tahammül etmek o kadar güçtür ki, özellikle ergenler aktüel kendiliklerinden daha yeterli olan bir sanal kendilik (virtual self) inşa ederek bu makası kapatmak zorunda hissedebilirler. Kendisini yetersiz, saygı gösterilmeyen, silik biri olarak gören genç özellikle MMORPG (Massively Multiplayer Online Role Playing Game) türü oyunlarda yüksek levellı ve saygı gören bir karakter oluşturarak bu durumu telafi etme gayretine girebilir. Bu durum internet bağımlılığının en önemli unsurlarından biri olarak kabul edilmekte. Kollektivist kültürel yapıya sahip uzak doğuda bu durumun daha sık görülmesi ise kültürün ideal kendiliğin fazla şişkinleşmiş ve aktüel kendiliğin ise zayıf kalmasına neden oluşu ile açıklanıyor.

Bir Regresyon Biçimi Olarak Emperyal Fantezi

 

Ertuğrul’a geliyoruz sevgili tramvay yolcuları, gelmeden önce yukarıda bahsettiğim dönüşüm fantezilerine bir kere daha göz atmamız gerek. He-man, Hulk, Superman veya Ironman farklı kuşaklardaki çocukların çok sevdiği dönüşüm fantezileri. Hepsi insandan süper kahramana dönüşür. Hatta bu Ironman’e dönüşen Stark haricindeki örneklerde süper kahramana dönüşmemiş insan formları ezik, güçsüz ya da korkak karakterlerdir. Pembe yelekli, yumuşak karakterli Prens kılıcıyla He-man oluverir. He-man ismini tercüme etmeye çalıştığımızda hani neredeyse “adam gibi adam” gibi bir tanım karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla bu dönüşüm fantezilerinde genel anlamda derin bir yetersizlikten mutlak bir yeterliliğe geçiş vardır. Aslında bu karakterler mutlak biçimde yeterlidirler (tümgüçlü) de, bu taraflarını bir takım nedenlerden ötürü gizlemek zorunda oldukları için herkes onları zayıf ve korkak olarak tanıyordur. Anlayacağınız üzere bu fanteziler çocuklukta teşhirci tümgüçlülüğe son bir göz kırpma, adeta çaresiz bir pazarlık olarak işlev görmektedir.

var_mi_bonbaniz-umut_sarikaya
Umut Sarıkaya’nın her konu ile ilgili (en az bir) karikatürü vardır

Şimdi, Diriliş Ertuğrul izleyen coşkulu insanları bu perspektiften ele alabileceğimizi düşünüyorum. Bu emperyal fanteziler kitlesel biçimde regrese olmanın (çocuksuluğa gerilemenin) sonucu olarak tezahür ediyor gibi görünmekteler. Neden regrese olunuyor peki? Öncelikle yukarıda internet bağımlılığı bahsinde kollektivist kültürel yapının benlik saygısını zorlayıcı etkisini tekrar hatırlamış olalım. Bu yapının üzerine hem büyüklenmeci teşhiri aynalayan (“benim milletim en doğrusunu bilir”), hem de idealleştirilip içselleştirilmeye müsait (“milletin adamı”) bir siyasi figür hayatın her alanında var olmaya başladı. Önceden de milletin adamı olabilecek figürler olduysa da onları “astınız”, ve “zehirlediniz”, bunu ise “yedirmeyiz” deniyordu, ki aslında yenilmemeyi kendisi başarmıştı. İçselleştirildiği için hep beraber başarıldığına inanılabiliyordu. Tıpkı TV karşısında kılıç sallarken yüzyıllar önce ölmüş Ertuğrul’la beraber cenk edildiği gibi. Baba figürü olabilecek başka liderler de olmuştu ama en kabul göreni sarı saçlı ve mavi gözlüydü, üstelik de vals falan yapıyordu! Bu figür yıllar içerisinde “üvey babaya” evriltildi (en azından toplumun bir kesimi için), biyolojik dede olan Abdülhamit üzerinden biyolojik babaya kavuşturuldu toplum. Elbette toplumun önemli bir kesiminin, aktif siyasi hayatı devam eden bir figür ile bu kadar kuvvetli bir aktarım ilişkisi geliştirmesinin ciddi sonuçları olacaktır. Şimdi o sonuçları tek tek sıralamak şart değil, özetle sokakta He-mancilik oynayan çocuk ruhsallığına gerilemiş kalabalık bir kitlenin keyfine göre yönetilen bir ülkeye dönüştük diyebiliriz sevgili tramvay yolcuları. “Benim babam senin babanı döver” diyen erişkinlerin ülkesi oldu burası artık.

 

 

*Baba-rüzgar sembolizasyonunu arkadaşım Aydın Taşçı’dan duymuştum. Sözel iletişim olduğu için referansı bu şekilde vereyim dedim.

5 comments

  1. vay arkadaş,

    sizi tanıyor olmama rağmen twiti görüp acaba bu dirilişçilere ne sallamış okuyayım diye girdim ( sabah sersemliği işte) aydınlanıp çıktım 🙂 Özellikle kendim hakkımda. Talihsiz çocukların talihsiz sonuçları bölümündeki hikayeyi birinci tekil şahıs yapıp, bölümü endüstri mühendisliği yapsak herhalde otobiyogrami yazmış olurum. MMORPG’i de LOL’e çevirsek oleu bu iş. Resmen otobiyografi… Üzüldüm şimdi kendime. Uzun süredir major depresyon tanısı konulmuş ve sürekli ilaç kullanmamın sebebi bu olabilir mi ki?

  2. Sizce Muharrem Ince ile ilgili olarak da (toplumun diger bir kesimi icin) benzer bir icsellestirme/aktarim mekanizmasindan soz etmek mumkun mu?

    • Aktarım olmadan liderlikten bahsetmenin mümkün olmadığı kanaatindeyim. Önemli olan aktarımın ne aktarımı olduğu sanırım. Lidere baba aktarımı ile regrese olan bir toplumun iflah olabileceğini düşünmüyorum.