İki boyutlu bir evrendeki iki boyutlu varlıkların üçüncü boyutu tahayyül etmesi nasıl olanaksız ise üç boyutlu varlıklar olan bizlerin de dördüncü boyutu tahayyül etmemiz öyle olanaksız. Matematiksel kanıtlarından falan bahsetmiyorum, dört boyutlu bir evreni tahayyül etmek olanaksız. Ontolojik bir çıkmaz. Fetus olma deneyimini de tahayyül etmenin benzer biçimde ontolojik bir olanaksızlığa takıldığını düşünüyorum. Şimdi “ne var ki, karanlık ve dar bir yerde, bir sıvının içerisinde dizler bükülü biçimde durduğumu düşünürüm” diyeceksiniz. O iş öyle değil. Fetus bu cümlenin en önemli unsurundan mahrum: Öznesi, yani “ben”. Henüz kendilik temsili gelişmediğinden, kendilik temsili gelişmiş, sonrasında dil edinimi de gerçekleşip sembolik düzleme geçmiş canlılar olan bizler fetus olma deneyimini tahayyül edemeyeceğiz.
Fetus ve sonrasında yenidoğan çevresel uyaranları algılar ama bunların temsillerini üretemez. Nasıl olsa fetus olma deneyimini tahayyül etmeyi beceremeyeceğimizin adını koyduk ya, artık rahat rahat saçmalayabiliriz o zaman: Belki de bu durum eşzamanlı olarak hem her şey olma hem de hiçbir şey olma deneyimi gibi bir şeydir. Neyse, bir noktada kendilik taslağı kurulur, artık dış dünya ile kendisi arasında bir ayrım oluşturmayı başarmıştır. Kafa kendisinindir, yastık dış dünyanın. Elbette konu annesi olunca bu ayrım daha sancılı, uzun ve incelikli biçimde gerçekleşmek zorunda kalacaktır.
Çekoslavakyanın Çekya ve Slovakya olarak ayrılması gibi, kendilik temsili oluşturulunca evren kendisi ve dış dünya olarak ayrılmıştır ama bu sonradan ayrılmanın bazı sonuçları da olacaktır. Bazı nörodejeneratif süreçler sonucunda bu iç-dış sınırı tekrar bozulabilir mesela. Bu durumda bir sesin “içimden bir ses” mi yoksa dışarıdan bir ses mi olduğu ayırd edilemeyebilir ve işitsel halüsinasyonlar ortaya çıkar. Şizofreninin nörobiyolojik süreçler sonucunda bu iç-dış ayrımının bozulması biçiminde tezahür ettiği düşünülebilir. Sonradan şizofreni olan ressam Louis Wain’in çizdiği kedilerde iç-dış sınırının giderek bozulması belki bu nedenledir.

Antropomorfizm ve Kişileştirme
Bu sonradan ayrılmanın hepimizin yaşadığı başka sonuçları da var: Dış dünyayı kendimizden yola çıkarak algılıyoruz. Bu durumu birbirine çok yakın ama farklı iki ayrı kavramla tarif edebilirim: Antropomorfizm (insan biçimcilik) ve Kişileştirme (personification). Antropomorfizm gördüğümüz varlıklarda insansı biçimler, duygular ya da niyetler algılamamızı tarifliyor. Pareidolia fenomeninin bir alt kümesi olarak da ele alınabilir. Antropomorfizm nedeniyle arabalara baktığımızda farları göz olarak algılarız. Bu nedenle Bir BMW daha karizmatik, bir VW ise daha sempatik görünebilir insana. Bu nedenle araba uzmanlarının araba resimlerine baktıklarında beynin yüz tanıma bölgesi olan fusiform gyrus’larının aktivite olması şaşırtıcı olmamalı.

Karizmatik BMW

Sempatik VW
Antropomorfizm ile diğer nesnelere insansı atıflama yapısal özellikler ile sınırlı değildir. Diğer nesnelere insansı duygu ya da niyetler de atıflanır. Bu duruma gündelik yaşamda da rastlasak da, edebi metinlerde daha yaygın biçimde vücut bulur. Gökyüzü yağmur yağarken “ağlıyordur“, gök gürlerken ise “hiddetleniyor“. Ya da bir sebepten ötürü bayrak, onu taşıyan insanlara kızgındır, bu sebeple sertçe dalgalanıyordur ve bayrağa “çatma, kurban olayım kaşlarını ey nazlı hilal!” diyerek yalvarılır.

Otistik spektrum diğer insanların yüzlerini tanımada da, niyet veya duygularını çıkarsamada da zorluklarla karakterize bir durumken, diğer nesnelere insansı görünüm, duygu ya da niyet atfetmeyle seyreden antropomorfizmin daha baskın oluşu da ilginç başka bir bulgu bu arada. Otistik spektrumdakiler insanlarla zorlandıkları o durumu, insan dışı varlıklarla daha baskın biçimde gerçekleştiriyorlarsa buna ihtiyaç duyuyor olmalılar.
Kişileştirme, antropomorfizme çok benzese de nesnelerin değil kavramların insansı atıflarla yorumlanmasını tarif eder. Hisse senedi x bandında “direniyordur”, evrim güçlü olanı “tercih ediyordur”, doğa intikam alıyordur, medeniyetin de tek dişi kalmıştır…
Ayna Nöronlar, Alet ve İş Makinası İzleme
“Hoca, amma uzattın lafı, iş makinasına gel” diyen sevgili tramvay yolcusu, başka taşıma araçları da var. Burası benim kendi kişisel tramvayım, uslu bir çocuk olursanız hepiniz bir gün iş makinası görebilirsiniz. Ama önce Rizzolatti’nin laboratuvarındaki o tesadüfün yarattığı sansasyona uğrayacağız: Ayna Nöronlar.
Arada şununla nefsinizi köreltin madem: İş makinaları ile futbol maçı.
1992 yılında Parma Üniversitesinde Giacomo Rizzolatti ve ekibi maymunların bir nesneyi elleriyle nasıl kavradıklarını anlamak amacıyla maymunların bedensel hareketleri nasıl gerçekleştirdiklerini inceledikleri bir deney yürütüyorlardı. Deney için maymunların premotor korteksi olan F5 bölgesindeki nöronların içine elektrotlar yerleştirmişlerdi. Tek hücre nöron kaydı olarak adlandırılan bu yöntemde bir elektrot sadece bir nörona yerleştirildiği için nöronların aktiviteleri spesifik biçimde ölçülebiliyordu. Deney için maymunlara fıstık ikram ediliyor, ve maymun fıstığı tutarken hangi nöronların aktifleştiği kayıtlanıyordu. Hikayenin buraya kadarki kısmı ahım şahım bir bilimsel sıçrama oluşturacak gibi değil. Fakat, deneyler devam ederken beklenmedik bir şey olacaktı. Denek maymunlardan birine halen elektrotlar bağlıyken araştırmacılardan biri maymunun rızkına göz koyacak ve maymunun fıstıklarından birini alacaktı. Araştırmacının fıstığı aldığı sırada maymunda bir nöronal aktivite olduğunu gördü. Bu aktivitenin ne olduğuna bakıldığında ise sürpriz büyüktü: Fıstığı kendisi alırken maymunda etkinleşen motor nöronların (bedensel hareketi sağlayan) aynıları, maymunun bir insanın fıstığı almasını gözlemlediği sırada da etkinleşmişti. Araştırmacının durumu (umalım ki utana sıkıla) Rizzolatti’ye bildirmesinden sonra çok sayıda denemeyle durum belgelendi. Sonrasında insan deneyleri de benzer bulguları tekrarlayacaktı: Gözlemlediği bir hareketi anlamak için etkinleşen nöronlar o hareketi kendi gerçekleştirmesi için etkinleşen nöronlarla aynıydı. Diğerlerini kendimizi aynalayarak anlayabiliyorduk, bu yüzden bu hücreler “ayna nöron” olarak adlandırıldı.
Ayna nöronlar dil ediniminden otizme, empatiden inme rehabilitasyonuna kadar pek çok başlıkta yoğun ilgiye mazhar olacaktı. Başka bir canlının yaptığı hareketi ayna nöronlar vasıtası ile anlayabiliyorduk, evet ama konu canlılarla da sınırlı değildi. İnsanın aletlerle ilişkisi de bir garipti. Örneğin nesneleri sınıflandırma işlevini yürüten Orbitotemporal Korteks üzerine yürütülen bir çalışmada el aletlerinin insan eli ile neredeyse aynı biçimde kategorize edildiği anlaşılacaktı. Bu benzerlik omuz gibi farklı uzuvlar için geçerli değildi. Aletleri adeta elimizin bir uzantısı ya da versiyonu gibi algılıyor olabilirdik. Başka bir çalışmada maymunlar pense kullanımı için eğitildiklerinde, pense ile kavrama ve el ile kavrama hareketleri için aynı nöronların etkinleştiği gösterilmiş. Çalışmanın fantastik tarafı maymunları bir de ters pense için de eğitmiş olmaları. Ters pense el ile sıkıldığında gevşeyen, el ile gevşetildiğinde ise sıkan bir tür (aşağıdaki resme bakınız). Ters pensede de kavrama hareketi için (el ile gevşetme hareketi yapılıyor olsa da) beyinde el ile kavrama hareketi için etkinleşen nöronların etkinleştiği görülmüş. Yani el sıkma hareketi de, gevşetme hareketi de yapıyor olsa, eğitim ile pensenin hareketi ne ise o bölge etkinleşiyor. Eğitim ile pense maymunun adeta bir uzantısı haline geliyordu.
Bitmiyordu! Yukarıdakine benzer bir çalışmada, bu sefer maymunların bir yiyeceği eliyle alan, ters pense ile (elini gevşeterek) alan ve bir kürdan saplayarak alan kişileri gözlemledikleri başka bir çalışmada el ile alma ve ters pense ile almayı gözlemleme sırasında benzer nöronların aktifleştiği gözlenmiş. Dolayısıyla muhtemelen bizler de sadece bir aleti kullanırken kendi bedenimizin bir uzantısı gibi bir deneyim yaşamakla kalmıyoruz, bir aletin çalışmasını gözlemlerken de bir bedeni izlediğimiz hissine kapılıyor olabiliriz. Aşağıdaki videoda kollar, bacaklar, uzayıveren kafalar, ağzı ile yerleştirilen bulaşıklar görmek durumundasınız yani.
Eh, durum böyle olunca iş makinası izlemek dev kolları ile toprağı eşeleyen, koca kale duvarlarını yumruklaya yumruklaya yıkan devleri izlemekten farklı bir his uyandırmıyor olabilir. Bir iş makinasında gördüklerimiz mekanik aksamlar değil, devasa ve çok güçlü tek bir kol, garip, yassı ve dönerek çalışan bir çift ayak gibi şeyler. Sonuç olarak fark edemiyor olsak da bu yolla mitolojimizi yaşıyor olabiliriz. Başkaca koşullarda ancak masallarda hayali kurulabilecek ya da rüyalarda deneyimlenebilecek bir sahneyi, hem de güvenli biçimde izlemeye hayır demek kolay olmayabilir. Üstelik sanıldığı gibi Türkiye’ye özgü bir durum da değil, İtalya’da inşaat izlemeyi seven yaşlı adamları tarif eden bir sözcük bile varmış: Umarell.
Bu seferimizde tramvayımızın son durağı bir şantiye alanı olmasın mı değerli yolcular? Bence bunu hak ettik hepimiz.
Bonus: http://kepceizle.com/