Hayatın Anlamı?

Dünya üzerinde verili bir zamanınız var. Ömrünüzün uzun olması sonlu olduğu gerçeğini değiştirmeyecek. Sonlu ve geri alamayacağınız bu zamanı hangi amaç doğrultusunda kullanıyorsunuz? Emekli olunca harcayacağınız parayı biriktirmek için mi? Hayatınızın büyük kısmı boyunca edindiğiniz amacın, erişeceğinizin de garantisi olmayan hayatın son ve görece kısa kısmında ve çeşitli nedenlerden ötürü daha kısıtlanmış olduğunuz bir durumda harcayabileceğiniz parayı biriktirmek için gayret etmek olmasında bir gariplik yok mu? Peki, para değilse amaç nedir? Mutluluk mu? Mutluluk da diğer duygular gibi bir duygu sonuçta. Mesela bir yakınınızı kaybedip derin bir üzüntü yaşadığınız haldeyken hayatınızın amacından sapmış mı oluyorsunuz bu durumda? Ayrıca mutluluk ancak zıddı ile mümkün. Kesintisiz biçimde ve sönümlenmeden sürdürülmesi mümkün değil, siz de biliyorsunuz.

Hayatın anlamı nedir? Görünen o ki bu soru çağımız insanının derdi. Bir iki kuşak geriye gitsek belki sadece yazarların, sanatçıların ya da aydınların derdi olabilecek olan bu soru artık geniş kesimlerin meselesi haline gelmiş durumda. O halde birkaç kuşaktan daha da fazla geriye gidelim, bu sefer uzun bir rota çizelim sevgili tramvay yolcuları. Bakalım insanlık tarihinde anlam ihtiyacı ve anlam arayışı nasıl bir süreç ile bugünkü noktaya gelmiş…

Tüm varlıklarla ilişkide olma

Öncelikle evrimsel perspektifle bu soruların varlığı insanın bilinçlenmesi ve kendisini sadece şimdiki zaman kesitinde değil geçmiş ve gelecekte de temsil edebilmesiyle mümkün. Problem çözme becerisi ne kadar gelişkin olursa olsun bir canlı ancak geleceğe ve gelecekteki kendisine ilişkin zihinsel temsiller üretebiliyorsa ölümüne ilişkin de düşünmeye başlayabilir. Evet, henüz gerçekleşmemiş ama gerçekleşmesi olasılık dahilinde olan senaryoları zihninde temsil edebilmek “Bu avı kampa götürdüğümde insanlar benim başarılı bir avcı olduğumu düşünecekler” ya da “Arkadaşım döndüğünde baltasını yerinde bulamazsa benden şüphelenebilir” gibi düşüncelerle aslında karmaşık bir sosyal yapıyı üretebilme ve bu yapının içinde var olabilmeyi de mümkün kıldı. Yine de bu senaryoların daha da ve daha da geleceğe taşınabilir olması insanın ölümlülük gerçeği ile yaşamına devam etmesi gibi büyük bir külfeti de doğurdu. Bu ölümlülük hali ancak bir anlatı içerisinde hazmedilebilir olacaktı elbette. Neyse ki, kendisinin olduğu gibi diğer canlıların, varlıkların ve durumların da zihinsel temsillerini üretebiliyordu ve bu üretkenlikten önce animizm doğdu. Sadece insanın değil, kurdun, kuşun, tavşanın, tırtılın, ağacın, otun, dağın, kayanın, yağmurun, bulutun, rüzgarın, velhasıl dünyada ne varsa her şeyin bir ruhu vardı. Bulut yağmura, yağmur nehire, nehir otlağa dönüşürdü. Gece gündüze, gündüz de geceye… Ay, güneş, mevsimler, yıldızlar hepsi döngüseldi. Dolayısıyla yaşam da zaten bütünüyle koca bir döngüler sisteminden ibaretti, ve dolayısıyla öldüğünde bedeni de bir şeye dönüşecekti elbette ama ruhu yok olacak değildi ya. Sonuç olarak bu tabloya, bu tablonun dışarısından bir anlam monte edilmesine ihtiyaç da yoktu. Özetle dünyadaki canlı ya da cansız her unsurla bu kadar bağlantılı olarak deneyimlenen bir yaşamda başkaca bir anlama veya anlatıya ihtiyaç olmayabilir.

Ha, bir de şu konu var; belki de hayatta kalmanın kendisi bir mesele olduğunda hayatın anlamı mesele olamıyordur. Dünya savaşlarında ve diğer savaşlarda intihar oranlarının azalması (1, 2, 3…) belki bu durumla ilgilidir. Sürekli hayatta kalma mücadelesi veren avcı toplayıcımız için hayatın amacı hayatta kalmanın kendisidir belki? Zannetmiyorum, avcı toplayıcıların yaşam mücadelesi ne kadar çetin olursa olsun, doğrudan sağkalımsal değeri olmayan pek çok uğraşı içerisinde olduklarını biliyoruz. Ölü gömme ritüelleri ya da küçük süs ya da heykel yapmanın hayatta kalmalarına bir faydası olmadığı halde, dünyayı anlamlandırmalarına yardımcı olduğu için bu uğraşılarını sürdürdüler. Zaten dünya savaşları konusuna da geleceğiz, orada intihar oranlarındaki düşüşe başka bir perspektif ile yaklaşmak mümkün olacak.

Ayrışan insan ve anlatı

Derken Sümerler türedi. Bundan yaklaşık 5000 yıl kadar önce dünya üzerindeki ilk şehirleri kurmaya başladılar. Devasa yapılar, tapınaklar, ve en kalabalığı 50.000 kişilik nüfusa erişen bu şehirlerin idaresi artık çok daha farklı dinamikleri barındıracaktı. Evet, avcı toplayıcıların bazıları da çok tanrılı bir inanç sistemi üretmişti ama farklı mesleklerin, askerlerin, din adamlarının olduğu bu şehir devletlerde inanç sistemi ile bütünleşik bir şekilde sosyal sınıflar da türemişti. Artık lider tanrıya insana olduğundan daha yakındı. Çok geçmeden biraz daha güneyde tanrı ile yönetici artık bütünleşecek ve firavun adını alacaktı zaten. Lider bireye daha uzaktı, birey de dünyanın geri kalanına. Artık animistik bir evren tasavvurunda olduğu gibi insan kuş, ağaç, kaya ya da rüzgar gibi varlıklar arasında bir varlık değildi. Toprağı ekiyor, hayvanları besliyor, Fırat Nehrine setler örüyordu. Artık lider bireye, birey de dünyaya hükmediyordu. Bu yarılmanın günümüze kadar devam edecek olan, gerek postmodern inanç sistemleri, gerekse ekoloji düşüncesi içerisinde sağaltılmaya çalışılan sancıları olacaktı elbette. Bu sancı günümüze gelmeyi beklemeden de belirtilerini verecekti. İnsanlığın günümüze kadar varlığını sürdürebilmiş en eski anlatısı Gılgamış’ın ölümlülüğe tahammül edemeyişini ve “ben bu oyunu bozarım” diye yola çıkışını anlatacaktı. Elbette bozamayacaktı. Yine de bu dönem günümüz düşünce dünyasına göre daha insaflı sayılabilir. Bu politeistik modelde bir anlatı vardı. Yaratılış öyküleri vardı en önemlisi, dünyada varoluş nedenini açıklıyordu bireye. Dünyadaki süresi dolunca ne olacağını da.

 “Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti.”

Bakara 31

Tarihsel olarak insanın doğaya hükmeden bu pozisyonu pekiştikçe, anlatıdaki seçkinliği de bu durumdan etkilenecekti. Semitik dinlerde artık dünya insan için yaratılmıştı. İnsan eşref-i mahlukat yani yaratılanların en şereflisiydi. Tanrı insanı dünyaya göndermeden önce tüm varlıkların isimlerini öğretmişti. Yeni oyuncaklarını çocuğuna tanıtan bir ebeveyn gibi. Animistik dünya tasavvuru yerle yeksan idi artık, insan hiç de dünyadaki diğer varlıklar gibi bir varlık değildi. Yine de anlatı devam ediyordu, yaradılış öyküsü de. Dünyada varoluş nedenini de biliyordu insan, ve dünyadaki süresi dolunca ne olacağını da. Anlam ihtiyacı halen karşılanabilir durumdaydı.

Derken aydınlanma çağına girildi. Artık sorgulanabilir, test edilebilir ve kanıtlanabilir sebep sonuç ilişkileri ile akıl yürütüyordu insan, inancın kapladığı alan giderek artan bir hızla mantık tarafından doldurulacaktı. İnanç ve mantık arasındaki bu uzun dövüşte knock-down ile sonuçlanan üç yumruk da heliosentrik evren modeli, evrim teorisi ve psikanaliz olacaktı. Heliosentrik model ile artık evrenin merkezinde değildik, evrim teorisi ile artık diğer canlılar gibi bir canlıydık, ve psikanaliz ile de bırakın en şerefli olmayı, şerefsizin bayrakla koşanıydık artık. Artık şimşekleri ne Zeus ne de başka bir varlık gönderiyordu, bu tanrıların ya da tanrısal varlıkların işlerini meteoroloji devralmıştı. Kuraklık da tanrıların gaddarlığından gerçekleşmiyordu, insanın dünyaya yapıp ettiklerinin sonucuydu. Dolayısıyla tanrıların lütfuna ya da gazabına atfedilen her şey artık insanın kendisi ile ilgiliydi. Artık yalvarıp yakaracağımız ve son bir torpil yapmasını umacağımız tanrılar kaybolmuş, ne ekersen onu biçersin çağı başlamıştı. Çok da iyi şeyler biçmiyorduk, kendimize ve diğer canlılara iyi gelmeyi başaramıyorduk. Bu durum günümüz insanını belirleyen derin duygulardan biri olan suçluluğun da temellerini oluşturacaktı. Kuraklık bizim suçumuzdu, fırtınalar da öyle. İklimi değiştirmiştik. Afrika’daki açlık bizim suçumuz olmasa da bu durumu düzeltmek için yeterince yardım etmemiş olmak bizim suçumuzdu. Savaşıyorduk, bencillikle sömürüyorduk, kadınları öldürüyorduk. Öldürmesek de öldürenleri yetiştiriyorduk. Yetiştirmesek de öldüren dili yeniden üretiyorduk. Geçen gün kaçmıştı ya ağzımdan bir küfür, böyle böyle bu dili yeniden üretiyorduk işte. Sokak köpeklerinin aç kalması bizim suçumuzdu. Sokak köpeklerinin barınakta yaşamak zorunda kalması da bizim suçumuzdu, sokakta kalmaları da. Sokak köpeği denen varlığı üretmiştik, şimdi suçluluk hissetmeden onunla ne yapacağımızı bilemiyorduk.

Kaderin ölümü

Artık insan kaderi tarafından belirlenmiyor, kaderi insan tarafından belirleniyordu. Böyle olunca kader de olmuyor zaten, kaderi de öldürmüştük. Başına gelenler ya da yapıp ettikleri tamamen kendi sorumluluğundaydı. Tanrıların kendisi için belirlediği kaderi yaşamak dışında seçeneği olmayan o insan için kendisine verili olan ömrü nasıl kullanacağı pek de mesele değildi, olamazdı, tanrılar nasıl uygun görmüşlerse öyle kullanacaktı işte. Oysa bu denklemden kaderi çekince bomba modern insanın kucağında kalacaktı. Bu verili ömürle ne yapacaktı?

Anlatının ölümü

İnsan anlatı kurma konusunda becerikli neyse ki. Yeni anlatılar oluşturacaktı. Önce ulus kavramı imdada yetişecekti. Sadece Atatürk’ün değil, onun takipçilerinin de naçiz vücutları bir gün toprak olacaktı ama ulus devletleri ilelebet payidar kalacaktı elbette. Sonunda bulmuştuk anlamı, bu dava için yaşanırdı… Eh, 2 asır kadar idare etti insanlığı, daha ne olsun. Cılız da olsa bu fikre tutunma gayretleri var halen. Futbol kulüplerinin satın alınabilen yatırım araçlarına dönüştüğü ve Rus oligark ya da Arap şeyhi ile ölgün durumdaki bir kulübün talihinin değişebildiği bir asırda, tuttuğu takımda “istiklal marşı okuyabilecek kimse yok” diye şikayetlenme bu meselenin kapanışına ilişkin giderek cılızlaşan bir itiraz gibi mesela. Artık dünyanın bambaşka köşelerinden insanlar internet forumlarında ya da diğer ortamlarda kendine benzer diğer insanları buluyorlar. Dünyanın öteki ucundaki bir insanla öz kardeşinden daha çok benzeştiklerini ve uyuşabildiklerini deneyimliyorlar. Bizi kategorize eden ve diğerinden mutlak biçimde ayrıştıran bir ulus kimliği kalmadı artık. Gençlerin yurtdışına yerleşme istekleri sadece ülke koşullarıyla ilişkili değil, “ülke” o kadar bağlayıcı bir kavram değil artık. “Biz” ve “diğerleri” arasına derin bir çizgi çeken unsur ulus değil artık; çevrecilik, veganlık, altraytçılık, ronaldoculuk, hatgörlcülük, aşı karşıtçılık, bireysel silahlanmacılık, anarkomüslümanlık, yogilik, liberteryenlik gibi mikro kimlikler. Türk bir vegan diğer Türklerden ise İsrailli bir veganı kendisine daha yakın hissedebilir mesela, eğer veganlığı bir kimlik olarak barındırıyorsa. Niye mikrokimlik derseniz, bir 50 yıl öncesine göre kimlik değiştirmek çok daha sancısız artık. Eski gönderiler kaldırılıverir ve olur biter. Ondan bir yüz yıl öncesinde kimlik değiştirmek sancılı falan değil, neredeyse olanaksızdı oysa ki. Önceden kimlik insanın iskeleti gibi, değişmesi çok zor bir kavram iken, şimdilerde kimlik dövmeye dönüştü. Biraz acıtabilir ama silinir yenisi yazılır sonuçta. Sarhoşken yaptırma yeter ki…

Neyse, ulus meselesinden sonra ideolojileri üretti insan esas. İdeolojiler ulus kavramına göre çok daha derin bir anlatı üretebiliyordu. Bu anlatıda fiili durumun betimlenmesi ve açıklanması vardı: Niye fakiriz, niye çalışıyoruz, niye bu işte çalışıyoruz, niye eğitim sistemi böyle, niye sağlık sistemi öyle… Ve bunların idealde nasıl olmaları gerekir… Bu anlatıda iyi ve kötü arasında derin bir yarılma da vardı. Tam bir splitting. Titre oligarşi, hain burjuvazi, pislik faşistler. Faşist ne demek bilmeye bile gerek yoktu, ibne gibi puşt gibi bir şeydi işte. Komünistler moskovaya gitsindi. Dünya net biçimde ikiye bölünmüş haldeydi, bu bölünmenin hangi tarafından bakarsanız bakın. Dolayısıyla anlatıda baş edilmesi ya da daha ideali yok edilmesi gereken kötüler de mevcuttu. Son olarak bu anlatı adanmayı da gerektiriyordu. Bu hayatı ne için mi yaşayacağız? Turan’ı kurmak için gayret ederek yaşayacağız elbette. Devrim için de yaşayabiliriz, devrim şehidi de olsa ölümsüzdür sonuçta… İdeolojinin anlatısı ulus fikrinden sonra doğup önce öldü. Şimdi bazılarınız “yo, ölmedi!” diyor biliyorum ama bana yasın aşamaları gibi geliyor o ölmedi nidaları. Buradan bakınca ölmüş görünüyor yani…

Anlatı ölmüştü artık. İnsan hayatını anlamlandırabileceği en önemli dayanağını yitirmiş oldu böylelikle.

Anlamın ölümü

Düşene bir tekme de postmoderniteden geldi. Postmodernite anlamı öldürdü. Artık kadın, emek, doğa, çocuk, yaşam derken neden bahsettiğimizi bilmiyorduk. Bir derdi mesele edinmeye çalışırken kuyruğunu kovalayan köpeklere dönecektik. 2022 yılı bir kadın grubunun diğer katılımcılar tarafından alana alınmadığı bir 8 Mart’ı barındıracaktı. Bu grup ile diğerlerinin “kadın” kavramının anlamı üzerinde uzlaşamayışının neticesiydi bu durum. Süfrajetler için durum buna hiç benzemiyordu oysa. Kimlerin kadın olduğu netti, kadınların talepleri de netti. Şimdilerde ise durum çok karışık. Bu karışıklıkta pusula edindiğimiz politik doğruculuk ile derin bir mahcubiyet içerisinde savrulup duruyoruz. Cinsiyet, cinsellik, inanç, kültür, kimlik, ruhsallık konularında ağzımız dilimize dolanıyor. Neyse ki güzel Türkçemizde gender pronounlar yok, yoksa iyiden iyiye konuşamayacak hale bile gelebilirdik.

Hal-i Pür Melalimiz

Sonuç itibariyle dünya üzerindeki varlığımızı anlamlandırabilmek için başlıca dayanak olan büyük anlatıları yitirdik. Yitirdiğimizden beri de çaresizce bir anlatı bulmaya, üretmeye çalışıyoruz. Kimisi bit pazarına nur yağdırıyor ve eski büyük anlatıyı postmodern bir atölyeden geçirip yeniden piyasaya sürüyor. Kuantum meditasyonu yapıyor, mevlevi yogası icat ediyor. Mesela sinema endüstrisi canhıraş biçimde büyük anlatılar pompalıyor. Artık bir insanın öyküsünü izleyen kalmadı sinemada. İnsanlar, insanlık, galaksimiz, paralel evrenden gelen canavarlar, orta dünyanın alayı, evencırs ya bu sefer evrenimizi kurtaramazsa temalı filmler var artık. Bireyin öyküsü değil, yeni bir mitoloji biçimi sunuluyor izleyiciye. Kitle bunu istiyor çünkü. Yine de yetmiyor, yetemeyor elbette. Artık o büyük anlatıyı yitirmiştik.

Anlatının ortadan kaybolması ile ölmeye mahkum bir yıldızın yörüngesinde, galaksisinin içerisinde saatte 800.000 km hızla seyahat eden, üzeri ince bir gaz tabakasıyla kaplı bir kayanın, magma tabakasının kaplayan incecik bir kabuğu üzerinde yaşamlarını sürdürmeye çalışan, ne kadar çalışırsa çalışsın artısı eksisi muhtemelen 70-90 yıl arasında varlığını sürdürebilecek olan çok hücreli organizmalara dönüştük. Bir dünya savaşı kurduğu anlatı ile tahammül edilmesi çok zor olan bu sahneyi bertaraf edebiliyordu. Dünya savaşları sırasında ittifak kuran imparatorluklar, o ittifaka karşı ittifak kuran imparatorluklar ile dev bir anlatı oluşmakta ve birey de bu sahnede yerini bulabilmekteydi. İyiler ve kötülerin net biçimde ayrıştığı bu yarılmış sahne varlığını soğuk savaş döneminde de sürdürecekti. Kime öfkeleneceğiniz, kimden korkacağınız belliydi, dolayısıyla saldırganlığınızı kime yönelteceğiniz de. Dolayısıyla bu anlatıların yitirilmesi hem varoluşsal bir çıkmaza, hem de iyi ile kötü arasındaki bu yarılmanın kaybı ile kötülerin de kaybına, sonuç olarak da serseri mayın gibi dolaşan ve nesnesini bulamayan öfkenin varlığı ile sonuçlandı. ABD yıllarca üniversitelere ve havayollarına bombalı paketler gönderen ve unabomber adıyla bilinen, akademisyen ve matematikçi Ted Kaczynski ile baş etmeye çalışacaktı. Öfkesini nereye yönelteceğini bilemeyen ergenler otomatik silahla okullarında rastgele ateş ederek onlarca insanı öldüreceklerdi. Öfkelenip saldırdığı rakibini her seferinde ıskalayınca öfkesi daha da kabaran boğanınki gibi, nesnesini bulamayan öfke de gelişmiş, düşmanını yitirmiş toplulukları içeriden yemeye başlayacaktı. Yarılmayla gelen ve öfkenin sınırsızca aktarılabileceği o kötüyü de yitirmiştik.

Bu tabloda dünya üzerindeki varlığını anlamlandıramayan birey, bu anlam içerisinden kendisine amaçlar da edinemeyecekti. Amacını bilemediği bir yaşamı sürdürüyorken de herhangi bir konuda direngen, cefakar, sebatkar olması çok beklenmemeliydi. Vatan, millet, ezan, bayrak, devrim, insanlık, barış, kadın, çocuk, doğa için canını dişine takarak çalışmak o anlatılar ile mümkündü. Bunlara özendi durdu. “Biz cumhuriyeti böyle kurduk!” Ah, ne olurdu o kağnının yanında kendi de olaydı. Kağnı neredeydi, cumhuriyet kimdi? Bir nostalji biçimi olarak önceki kuşakların çektiği çileye ve ödediği bedele özenmekten başka çaresi yoktu. Askerlik de böyledir. Muhtemelen bir kişinin hayatının en eziyetli dönemi olabilir ama bu eziyet birey için bir anlam barındırıyorsa garip bir tatmin ve sonrasında nostalji ile hatırlanır. Anlamlı gelmediğinde ise felaketlere yol açabilir. Sonuç olarak amacı olmadığı için -doğal olarak- eziyete de katlanmak istemeyen, direnci düşük bireyler oluverdik. Azim ve direnç gösteremeyince elimizde kalan tek şey kırılganlığımız oldu. Tetikleniyoruz. Alınıyoruz. Hep kırgınız, hep mağduruz artık. Anlam eksildikçe cancel çoğalır oldu gibi. Birden parlayıveren ama saman alevi gibi de sönüveren bir öfke biçimi.

Uzatmalar

Derinlere yerleşmiş ve derinliği nedeniyle tam da tariflenemeyen bu eksiklik ile ömrün geçmesine razı gelemeyen insan son bir gayret ile ömrünü uzatmaya çalışıyor. O eksik unsur belki sonradan eklemlenir. Elbette sonradan da eklemlenir de, eksik unsurun ne olduğunu idrak etmekle mümkün olabilir ancak. Yoksa maçın daha ilk devresinde 8 gol yemiş bir takımın uzatmaları fazla oynatmadı diye hakeme kızmasına hiç gerek yok gibi geliyor bana. Bu uzatma gayretinin bir diğer biçimi de uykudan kısmak gibi görünüyor bana. Bir günün daha kendisi için anlam barındırmadan sonlanmasına razı gelemeyen insan o günü uzattıkça uzatmaya çalışıyor kendi de farkında olamadan. Ha, uzatıyor da ne yapıyor? Daha fazla story izliyor, daha çok tweet okuyor. Sonuçta hem derdine çare bulamamış hem de uykusunu alamamış biçimde uyanacak ve bu döngü kendini tekrar edip duracak.

Yazı boyunca durumu tarifledikten sonra, bu kısmında öneriler ile sonlandırasım geldi sevgili tramvay yolcuları. Doktor alışkanlığı işte. Alışkanlıkları da tekrar tekrar gözden geçirmekte fayda var. Derdimiz hayata ilişkin bir anlam üretebilmek ise, bu tramvay yolculuğunu öneri ile bitirmek yolculuğun kendisine ihanet olurmuş gibi hissettim sonradan. Bu yolculuk sizlerde nerede ve nasıl anlamlanacaksa o şekilde olsun, yazı sizlere emanet.

5 comments

  1. Mikro kimlikler konusunda ben ümit doluyum. “Kurtlarla Koşan Kadınlar” kitabında, Clarissa P. Estes doğduğumuz ailede ya da bulunduğumuz çevrede kendimizi çirkin ördek yavrusu gibi hissediyorsak, vahşi doğamızla bağlantı kuralım ve daha çok ait olduğumuz gerçek sürümüzü —ki bu bir çalışma alanı, bir sanat biçimi, bir insan topluluğu olabilir— bulalım diyor. Çirkin ördek yavrusu da çeşitli badireler atlatıp en sonunda ulaştığı gölde onu ilgiyle karşılayan kuğulardan, kendisinin de bir kuğu olduğunu anlıyor ve bir anda, ümitsiz üzgün bir ördekten gözleri umut dolu güzel bir kuğuya dönüşüyor.

    Sizin de yazdığınız gibi eskiden kimlik değiştirmek, sürünüzün dışına çıkmak pek mümkün değildi ama internetin sağladığı bağlantısallık sayesinde artık ördekler içinde yaşayan bir kuğu ya da kuğular içinde yaşayan bir ördek kolayca sürüsünü bulabiliyor. Bizim kuşak için mümkün olmayacak belki –çünkü biz sürümüzle fiziksel bağlantı içerisinde olmaya alışkın bir kuşağız– ama dijital yerliler için buradan güzel şeyler çıkabileceğini düşünüyorum. Kendi sürülerini bulmaları ve bu sürüleriyle birlikte anlam üretmeleri mümkün olacak gibi geliyor –yani umuyorum:)

    Internet sayesinde yaşama değer veren, yaşam döngüsünü düşünen pek çok topluluğun sesi kulaklarımıza geliyor: onarıcı tarım, şiddetsiz iletişim, yatay örgütlenmeler, sınır tanımayan doktorlar, gazeteciler, kooperatifler, gıda toplulukları, üretici birlikleri, dayanışma mutfakları, barış için akademisyenler, barış için sanatçılar ve bunun gibi pek çok güzel işler yapan çok çok güzel topluluklar var. Dünyanın her yerinden seslerini duyuruyorlar. Evet “altraytçılar, bireysel silahlanmacılar” gibi yaşam karşıtı sesleri de duyuyoruz ama referans verdiğiniz yazıda demişsiniz ya “Askerliğin ise daha rasyonel bir düzlemden algılanmasının sağlanması ülkenin eli kalem tutan insanının vazifesidir” diye; eli kalem tutan insanların bir vazifesinin de yaşama değer veren, yaşam döngüsünü düşünen toplulukların seslerini duyurmalarına yardımcı olmak olduğunu düşünüyorum. Bu seslere eşlik edenler arttıkça yaşamda anlam bulmak daha kolay ve keyifli olacaktır diye düşünüyorum. Sevgilerimle…

  2. Bu arada başa yazmıştım ama uçmuş:)
    Anlamın giderek yitirildiği bu dünyada anlam üzerine çok anlamlı bir yazı olmuş. Elinize aklınıza sağlık!

  3. Sanki yerel siyasal düşmanlıklar da bu pencereden okunabilir gibi geldi bana. AKPli-CHPli, Demokrat-Cumhuriyetçi gibi. Bu karşıtlığı derin bir tutkuyla sürdürenleri düşününce özellikle.

  4. […] İlker Küçükparlak’ın, “Hayatın Anlamı?” yazısında, dünya üzerindeki varlığımızı anlamlandırabilmek için başlıca dayanak olan büyük anlatıları (vatan, millet, ezan, bayrak, devrim, insanlık, barış, kadın, çocuk, doğa) yitirdiğimizden beri çaresizce bir anlatı bulmaya, üretmeye çalıştığımızdan bahsediyor (4).  […]

  5. Hayatın anlamını sorguladığım bir zamanda karşıma çıkan yazıyı hevesle okudum.Bunun hakkında günlüğüme yazdığım bir yazıyı onu hiç değiştirmeden buraya aktarmak istiyorum.

    Düşünüp düşünüp yazdığım için bazı noktaları kafamda tamamlıyorum. Bu yüzden yazmaya gerek görmüyorum çünkü şu anda amaç kendimi anlamak; yazmak değil. ilk defa yazı amaca değil araca dönüştü.
    Berrak bir denizin kıyısında deprem olur ;su kaya ve kum taneleriyle bulanıklaşır ya öyle işte. Zamana ihtiyacım var kumun çökmesi suyun berraklaşması için.
    Kafam çok dolu. Rahatlamak için hangi konuyu açsam daha da kötü oluyorum. Düşünmekten yazı yazamıyorum, kafamın içindeki düşünce trafiği beni gün içinde çok yoruyor. Uykumu bile güzel alamıyorum. Gece uyanmalarım arttı .Bir savaştayım adeta bu savaş kendimle, dünyamla, değerlerimle.
    Sırtımda büyük bir yük olduğunu düşündüğüm değerler, doğrular var. Küçüklüğümden beri büyüdüğüm toplumca aşılanmış ve onun ışığında benim tarafımdan büyütülmüş,benimsenmiş.Kendimi hep bunların ışığında yargıladım. Ama bir yerlerlerde bir şeyler ters gitti. Okudum, düşündüm, yazdım, izledim, gezdim, konuştum tartıştım. Kafam karıştı başta. Değerlerime sıkı sıkıya tutundum. Reddettim öğrendiklerimi. Ama fikirler bazı yönleriyle kanser gibidir, bir girdi mi insanın içine durdurulamaz şekilde yayılır ve büyürler. Gider başka doğruları dürter onları da harekete geçirir. Onlarla savaşmamaya karar verdim, benimseyecektim. Çünkü içerden gelen bana ait değerlerdi. Tüm birikimimin senteziydi. Ama alışılmış düşünce kalıplarını yıkıp yenisini (tersini değil) inşa etmek sanıldığı gibi kolay değil. Var olan düzen kendini sürdürmek için türlü hilelere başvurur. Vicdan, ahlak, iyilik, kötülük…Bunların arasında cebelleşir durur insan.
    Tam yeni doğruları kabullenmeye hazırken bambaşka bir sorun patlak verdi. Nihayetinde sonu ölümle bitecek ölüme yazgılı bir beden varlığımı umursamayan bir evren. Ne varoluşundan bahsediyorum ki. Şimdiye kadar verdiğim savaşın anlamsız olduğunu idrak ettiğim bir andayım. gel de çık işin içinden…

Bir Cevap Yazın