İçgüdünün ne olduğu üzerine düşündünüz mü hiç? Kurtların uluması ya da kelebeklerin uçması gibi bir fenomenden bahsediyorum. Bir adım öteye taşıyacak olursak leyleklerin ya da somonların binlerce kilometrelik göç rotalarına ilişkin bilgilere sahip biçimde doğmalarından. İnsanda da emekleme, ağlama ve gülümseme içgüdüsel kökenleri olan davranışlar. Peki ya konuşma? Acaba dil (lisan) da içgüdüsel temellere sahip bir özellik olabilir mi? Etrafınızda yabancı dil öğrenmek için oldukça yoğun biçimde çabalayan insanlar muhakkak vardır, onları düşününce içgüdü fikrinden uzaklaşıyor olabilirsiniz ama meşhur dilbilimci Pinker sizinle aynı fikirde değil. Biraz konu üzerinde kafa yormaya ne dersiniz?
Ana dilimiz olması münasebetiyle Türkçe üzerinde kısaca bir düşünmeyi teklif ediyorum. Şimdiki haline gelmesi çok uzun zaman almış muhakkak ki. İçinde bulunduğumuz coğrafyadan büyük ölçüde etkilenmiş. Sadece coğrafi değil sosyopolitik değişkenler (rejim değişiklikleri, ulusal ve uluslararası siyaset) de dönüşümünde büyük etken olmuş ve şimdiki karmaşık yapısına kavuşmuş. Keşke bir dilin oluşmasını canlı olarak gözlemleyebilseydik, kim bilir ne kıymetli veriler elde edecektik diye hayıflandınız mı? Üzülmeyin, dünya tarihinde gözlemleyebildiğimiz örneklerden bahsedeceğim. Yeni bir dil oluşmasıyla ilgili neredeyse deneysel bir modelleme sömürgecilik deneyimleri sayesinde mevcut (Evet, modern tıp Nazizm ve toplama kamplarındaki etik dışı deneylere de çok şey borçlu ama konumuz şimdilik bu değil).
İlk sömürgecilik deneyimleri üzerinde biraz düşünebiliriz. Örneğin Karayipler’e Avrupalı sömürgeciler gelmiş. Adaların yerli halkının dilleri var ve sömürgecilerin de kendilerininki. Şimdiki gibi üzerinde ortaklaşılabilecek İngilizce gibi global bir dil de yok henüz. Evet, bir efendi-köle ilişkisi gelişmiş durumdadır hızlıca ama efendi ile köle hangi dilde anlaşacaklar? Kölelerin efendinin dilini anlaması mümkün değildir henüz. Ortada okul vs gibi kurumsal bir yapı da yok… Bu durumda “pidgin” denen bir dil türünün türeyiverdiği görülür. Pidgin tanımı itibariyle bir ön-dil (protolanguage) olarak kabul edilebilir. Günümüzden örnek vermek gerekirse turizm yörelerinde canhıraş vaziyette türeyiveren dil pidgindir. Pidgin’de gramer yoktur, sözcükler bir şekilde sıralanmıştır. Turizm bölgelerindeki dile Tarzanca denmesi de bu açıdan anlamlıdır çünkü Tarzan’ın Jane ile anlaşmak için kullandığı dil de pidgin olarak kabul edilebilir. Bu metnin şimdiye kadar okuduğunuz kısmını düşünün. Elimizde sadece pidgin olsaydı şu şekilde ifade etmek zorunda kalabilirdim: “Okumak. Yazı. Güzel… Ben yazmak. Sen okumak..” (umarım şimdiye kadar bundan farklı bir şey yapabilmişimdir bu arada).
Tekrar sömürgemize dönelim. Sömürgemizde bütün gündelik hayat pidgin ile sürdürülmektedir ve bu gayet kısıtlayıcı bir durumdur. Sonra sömürgeciler kendi aralarında, yerliler de kendi aralarında üremeye devam ederler ve (pek de melez olmayan) yeni bir kuşak dünyaya gelir. İki grup arasında belirgin bir sınıfsal farklılık olduğu için bilingual ve çok kültürlü aile ortamları henüz bulunmamaktadır ve bu çocuklar evlerinde anadilleri ile sokakta ise ortak dil olan pidgin ile dünyaya gözlerini açarlar. Sonraki gözlem çalışmaları ise çok ilgi çekici. Pidgin ile gözlerini açan ilk kuşak “kreol” denen sözdizimi, deyimleri ve argosu bulunan dört başı mamur melez bir dil üretmeyi başarabilmektedir. Günümüzde pek çok eski sömürgede kullanılmakta olan dil halen kreoldür. Anlaşılan o ki pidgin ile gözlerini açan çocuklar melez olmakla birlikte köken aldığı her iki dilde de bulunmayan bazı özelliklere de sahip özgün bir dil üretmeyi başarmışlardır. Elbette bu üretim Dil Kurumu gibi yapısal bir üst aklın müdahalesi olmadan, kendiliğinden gerçekleşebilmiştir.
İşaret diline ilişkin benzer (ama aynı zamanda eşsiz) bir deneyim de mevcuttur. Her kültür kendi işaret dilini üretmiştir ve işitme engellilerin ortaklaşa kullanabileceği Uluslararası İşaret Dili bir pidgindir. Bu bağlamda müstakil Amerikan İşaret Dili, Alman İşaret Dili vs gibi dillerin bulunduğunu çıkarsamışsınızdır. Nikaragua’da henüz ortaklaşılan bir işaret dilinin bulunmadığı bir dönemde işitme engellilere yönelik bir okul açılması ilginç bir deneyime sahne olmuş (ortak mizaç özellikleri nedeniyle Orta Amerika’da da “kervan yolda düzülür” prensibinin geçerli olduğunu anlıyoruz). Bu işitme engelli çocukların herbirinin okula geldiklerinde aile çevrelerinde kullanageldikleri ortak olmayan bir işaret dili taslağı bulunmaktaydı ve okul açıldığında ortak bir işaret dili henüz tanımlanmış değildi. Buna karşın bu çocuklar okulun açılıp bir araya gelmeleri ile birlikte herhangi bir vokal dildekine benzer şekilde gramer yapısı bulunan bir işaret dilini spontan biçimde ürettikleri gözlenmiştir. Halen kullanılmakta olan Nikaragua İşaret Dili spontan üretilmiş olması anlamında diğer işaret dillerinden ayrışmaktadır.
Bu noktada işaret dillerinde de “aksan” bulunması da işitme engellilerin vokal olana çok yakın bir dil türettiklerinin başka bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Dil ile ilişkili olarak yaşanılan başka bir ilgi çekici fenomen de Yabancı Aksan Sendromu (Foreign Accent Syndrome). Bu sendromda kişiler genellikle geçirilen bir inme sonrası daha önce anadillerini aşina olmadıkları (hatta bazen bilmedikleri bir dile ilişkin) aksan ile konuşmaya başlamaktalar. Önceleri sendromun inmeye verilen ruhsal bir tepsi olduğu zannedilse de günümüzde iyi tanımlanmış olan Wernicke ve Broka Afazileri’nden bağımsız doğrudan aksanı ilgilendiren bir nörolojik tablo olduğu düşünülmekte.
İnsanda ortam oluştuğunda dilin adeta kendiliğinden zuhur etmesi ile ilgili enteresan başka bir fenomen de “kriptofazi“dir. Kriptofazi ikizlerin kendi aralarında icat ettikleri ve ebeveynlerinin dahi anlayamadıkları müstakil bir dildir.
Bütün bu veriler gerçekten de insanın dil üretmeye meyyal bir canlı olduğunu mu göstermekte acaba? Ünlü dilbilimci Chomsky’nin dünyada konuşulan bütün dillerin aslında temel bir algoritmayla üretilmiş olduklarına ilişkin kuramları da bu fikirden etkilenmiştir.
Eğer dil üretmeye meyyal isek neden böyle oldu acaba? Evet, konudan biraz sapma riskini göze alarak -ve toparlayabileceğime ilişkin umudumu aşırı iyimserce koruyarak- dil ediniminin evrimsel kökenlerinden kısaca bahsedeceğim.
Önce “Evrimsel Baskı” ya da “Seçilim Baskısı” denen kavramdan kısaca bahsedeyim. Canlılarda yapısal ya da işlevsel bir fenomenin nasıl olup da böyle şekilendiğine ilişkin fikir yürütmekte kullanılan bir kavramdır. Sıkça verilen bir örnek: Zürafanın boynu neden uzundur? Bu sorunun daha derli toplu hali “Zürafanın boynunun uzamasına nedne olan evrimsel baskı nedir?” olmalıdır aslında. Nedenini biliyoruz. Zürafa aslında bir antilop türüyken yegane besin kaynağı olan akasya ağaçları ile beslenmekteydi. Böylece akasya ağaçlarının yaprakları tükenmeye başladı ve onlar bir seçilim baskısı yaşamaya başladılar: Daha yukarıdan dal veren akasyalar sağkaldı. Bu hal ise zürafalar için bir seçilim baskısı oluşturmuştur ve boynu biraz daha uzun olanlar sağkalmaya başlamıştır. Nesiller boyunca akasyalar ile zürafalar arasında karşılıklı süren bu uzama meselesi sonucu bu hayvancağızlar antiloptan şimdiki hallerine dönüşmüşler işte. (Bu hal bu kadarla sınırlı kalmamış salında. Akasyalar benzer baskı sonucu dikenlenmiş, zürafalar da dili dikenlerin arasından uzayabilecek kadar uzun hale gelmişler. Daha sonra akasyalar üzerlerinde karınca kolonileri yaşayabilecek şekilde evrimleşmiş ama zürafaların bu duruma nasıl adapte olduklarını bilmiyorum, belki acıyı seven canlılar olmuşlardır:) Neyse, zürafalar ve akasyalar arasındaki bu etkileşime de evrimsel silahlanma yarışı (evolutionary arms race) denmekte).
Konumuza dönecek olursak, hayatta olduğu gibi evrim sürecinde de her kazanımın bir bedeli vardır. Zürafaların akasyalardan halen beslenebilecek şekilde evrilmişlerdi ama bu kazanımın onlara su içmeyi eziyet haline getiren bir de bedeli olmuştur. İnsanda dil ediniminin bir bedelinin de şizofreni hastalığı olduğu düşünülmektedir (bana kalsa en büyük bedeli ölümlülüğümüzün farkına varmamız oldu, bu da başka yazıya kalacak bir konu). Bu konu spekülatif olsa da metabolizmanın ciddi bir kısmını tüketen iri ve gelişkin beyinlere sahip olmak bile yeterli bir bedel sayılabilir. Hal böyle ise atalarımız dil edinerek bu bedele değecek ne kazandılar?
Dil ediniminin elzem olmasıyla ilgili en fazla speküle edilen unsur kültürün aktarılması konusu. Şimdi yine çok kısa bir sapma ile kültür evrimsel olarak neden gerekti konusuna değineceğim. Atalarımızın yaşamakta olduğu Orta Afrika’nın doğusunda bazı iklim değişiklikleri gerçekleşti ve doğa ormandan savana dönüştü. Ağaçlar hem yırtıcıdan korunmak hem de beslenmek için elzem olduğundan bu durum atalarımızda çok ciddi bir seçilim baskısı oluşturdu. Öyle ki o dönemde Homo sapiens topluluğunun neslinin tükenmek üzereyken “bir şeylerin” değişmiş olduğunu anlayabilmekteyiz. Bugün dünya nüfusunun tamamı yaklaşık 100 bin yıl önce sağkalabilmiş yaklaşık bin kişinin neslinden geliyor (ki bu duruma bottleneck- darboğaz hipotezi denmekte). Bu ciddi yok oluş riski mevcudiyetinde bazı edinimlerin bedeli karşılanabilir olmuştur işte. (Şimdiye kadar evrimsel algoritmanın işleyiş biçimini kabaca anlatmış olduğumdan metnin bundan sonrasında sanki bir niyetliliğe veya üst akla atıfta bulunuyormuş izlenimi veren ifadelerle ilgili kendimi daha az kısıtlayacağım). Dil işlevleriyle ilişkisi yakından bilinen FOXP2 geninin pozitif seçilim baskısı ile genetik olarak sabitlenmesinin de yaklaşık 100 bin yıl önceye denk gelmesi ile ilgili de zamanlama manidar denebilir. Homo sapiens evrimsel mirasında bulunmayan biçimde yırtıcılardan ortaklaşa biçimde korunmak, kolektif biçimde avlanmak ve bunları yapabilmek için alet üretmek zorunda kalmıştı. Miras değil alınteri biçimde kültür üretmişti ve Amerika’yı her seferinde yeniden keşfetmek yerine kültürü sonraki kuşaklara aktarmalıydı. İşte kültürün yatay (aynı kuşakta) ve dikey (sonraki kuşaklara) aktarılabilmesi için dilin elzem olduğu düşünülmekte. Ben aynı kanıda değilim.
Avcı-toplayıcı bir kültürde hem avcılık hem de toplayıcılık kültürünün aktarılabilmesi amacıyla dil işlevsel olabilir elbette. Fakat bunun için sözdizimi olmasına gerek olduğunu düşünmüyorum. Pek çok diğer hayvanda da bazı vokal iletişim sistemleri mevcut. Bu vokal iletişim sistemi örneğin vervet maymunlarının 4 ayrı yırtıcı için özgün önlem almasına yardımcı olabiliyor ya da çayır köpeklerinin gelen yırtıcının hangi türde, ne kadar büyük ve ne hızla yaklaşmakta olduğunu anlatmasına yetiyor. Grup halinde avlanan etoburlarda ise av sürecinin karmaşık bilişsel yetenek gerektirmediği gösterilmiş durumda. Diğer hayvanların vokalizasyon sistemleri için şunu rahatlıkla sözleyebiliriz: Vervet maymunlarının hiçbir zaman “Dünkü piton ne kadar iriydi, değil mi?” şeklinde bir cümle kurmasına olanak yok. Piton’a ilişkin bir vokal sinyal üretilir üretilmez hepsi sağa sola kaçışacaktır zaten. Bu vokal (ve bedensel) iletişim sistemleri ne kadar kapsamlı olursa olsun sözdizimi olmaksızın bir dil olmaktan bir hayli uzak aslında. Peki avcı ve toplayıcılık için gerçekten de bir dile gereksinim var mı? Aslında bir protodil ile benzeşebilen vokal iletişim sistemleri bu işlevi görecekken neden sözdizimi olan diller edindik? Ya da pidgin varlığında bir kuşakta kreol üreten içgüdünün oluşmasındaki evrimsel baskı nedir?
Dil edinimine ilişkin evrimsel baskı ile ilgili benim aklıma en yatan hipotez dedikodu yapma zorunluluğu! Robin Dunbar’ın bayraktarlığını üstlendiği bu hipotezi müsadenizle söyle özetleyeceğim: Avcı toplayıcılık komünal bir yaşam biçimidir. Üretim ortaklaşa yapılır. Köylerde bu türden bir üretimin halen devam ettiğini görebiliriz. Domuz avı sürek avıdır. Preendüstriyel tarım imece usülü yapılır vs. O zaman şunu söyleyebiliriz. Vervet maymunumuzun “Dünkü piton ne kadar iriydi” cümlesini kurabilmesi kendi ya da grubu için pek de adaptif değildir ama Homo sapiensimizin “Osman geçen sefer de tam ava çıkılacağında hastalanmamış mıydı?” cümlesi adaptiftir çünkü gruptaki hilekarın saptanmasına yarayabilir.
Bu perspektif bize sosyal bilişi paket halinde algılamamızı sağlıyor. Dil işlevlerini Zihin Kuramı‘ndan ya da soyut düşünme yetisinden bağımsız olarak ele almak çok da mümkün değil. Zaten yapay zekanın da dil işlevlerinden ziyade ironiyi, espriyi ya da imayı anlama meselelerinde zorlanıyor olması bu açıdan oldukça manidar oluyor.
Dilin yansımadan mı, işaret dilinden mi, müzikten mi türediği ise çok ilgi çekici başka bir konu fakat sizin halen okumaya sabrınız kaldı mı bilemiyorum ama ben yazmaya biraz ara vereceğim galiba. O zaman tatlı dedikodulu bir hafta diliyorum.
Reblogged this on kirligercek.