Kötü Yola Düşen Evrimsel Psikoloji

Hepimizin anlam ihtiyacı var. Mesela kimse benden bu yazıyı yazmamı beklemiyor, yazmakla ilgili bir zorunluluğum yok. Anlam ihtiyacım içerisinden yazıyorum. Okuyan sizlerin de zorunluluğunuz yok. Beraberce anlamaya çalışıyoruz işte. İnsan nedir? Dünya nasıl bir yer? Yaşadıklarımızı neden yaşıyoruz? Yazanın da, okuyanın da burada olamsının temel sebebi bu soruların yanıtlarına olan ihtiyaç.

Hiç bir kazadan sonra bilinci kapanmış birinin bilincinin yerine gelişine tanıklık ettiniz mi, bilemiyorum. İlginçtir, hasta yatağına kendine gelmekte olan bu kişi için esas önemli sorular bedensel sağlığına ilişkin olsa da, kişi önceliğini öyküyü tamamlamaya verir genelde. Yani, “Bacağım kırık mı, organ yetmezliğim var mı, ameliyat olacak mıyım?” gibi soruları öncelemez. Önce nerede olduğunu ve ne zamandır bilincinin kapalı olduğunu sorar. Ardından bilincinin kapanmasına neden olan olayı anlamaya çalışır. “Trafik kazası mı geçirdim?… Yaya mıydım peki?… Araba mı çarptı?… Neredeymişim?… Aksaray’da ne işim varmış ki?…” Ardından üzerindeki tüplere, alçılara, dikişlere ve pansumanlara ilişkin sorular gelecektir. Anlamaya ve öyküyü tamamlamaya öylesine ihtiyacımız var ki, hayati öneme sahip durumlar bile öncelik olamayabiliyor.

İnsan kendini bir öykü içerisinden var eder. “Kendim” dediği şey bir anlatılar bütününden ibarettir aslında. “Kendi” olmaya devam etmesi için de anlatının devam ediyor olması gerekmektedir. İnsanın “kendi”sine kavuşması öyle kolay değildir. Bebekleri kendilerini ifade edemeyen canlılar olarak görüyorsanız yanılıyorsunuz. Bebek ifade edebileceği bir “kendi” olmadan dünyaya savrulmuştur. Ağrı, açlık gibi nahoş ve doyum, okşanma gibi hoş gelen duyumsama deneyimleri olsa da bebek bunları kendilikten yoksun biçimde yaşantılar. Yani “Annem başımı okşuyor” diye düşünüp bunu ifade edemeyen bir varlık değildir bebek. “Annem” yani “benim annem” diyebilecek bir “ben”e sahip değildir. Başı için de aynısı geçerli. Dolayısıyla bir takım duyumsamalar çorbasında kah oraya kah buraya savrularak, üstelik duyumasadığının ne olduğuna ilişkin bir sözlüğü de bulunmaksızın yaşamaya çalışır. Bu durumun içerisindeyken “duygu düzenleme” (emotion regulation) kapasitesi hiç bulunamayacaktır. Duyguyu düzenleyebilmesi için önce tanıması gerekmektedir çünkü. Bu yüzden acıktığında “Acaba ne yesem?” ya da “Annem birazdan beni besler herhalde” diye düşünme olanağı yoktur. Adını koyamadığından üzerine çöken açlık değil cehennem olmak zorundadır. Sonuç olarak yeni doğan bebek acıktığında etinden et koparılmışçasına ağlar.

Hieronymus Bosch bebeğin bu bütünlüksüz ve öyküsüz duyumsama dünyasını resmetmiştir. Garden of Earthly Delights (Dünyevi Zevkler Bahçesi)
Kaynak: wikizeroo.net
Kaynak: Bi arkadaş

Sonrasında bir ayna imdada yetişir ve bebeğimiz bu kaostan kurtulur. Artık “kendi” diye bir şey icat etmiştir. Acıkan “onun” karnıdır, ve evet, bu duyumsamanın adı acıkmadır o zaman. Kafası, gözleri, elleri, karnı, saçları ve geri kalanının hepsi ile bedeni bir bütündür. Artık bütün imgeler bir araya geldiğine göre bir öykü kurmak da olanaklı olacaktır. Büyülenmiş biçimde aynadaki imgesine bakan bebeğimiz çok geçmeden imgesel düzlemden simgesel düzleme geçecek ve hayatının geri kalanı boyunca simgesel aynaları arayacaktır. O simgesel ayna da diğeridir. Ona bakan insanların gözündeki yansıması aynası olmuştur, artık bakanların gördüğüne muhtaçtır. Bu yeni simgesel aynayı gördüğünden memnun olsa da olmasa da muhtaçtır. Örneğin garip zamanlarda bu ayna alınan like sayısı olabilir. Ya da örneğin Oedipus babasını öldürüp annesiyle evlendiğini anladığında diğerlerinin bakışlarındaki kendi imgesini görmeye tahammül edemediği için gözlerini oymuştur. Oedipus elbette kendini cezalandırmak istemiş ve bu yüzden de kendine zarar vermiştir fakat bu zararı olayların esas sorumlusu olan penisine vermemiştir. Diğerlerinin bakışından aynalanmaya artık tahammül edemeyeceği için gözlerini yok etmiştir. Oedipus gibi bir tragedya içinde olmadıkça görünmek ve göründüğünü görmeye ihtiyaç duyacaktır. Bir çocuğun artık görünmez olduğuna ikna olması bu yüzden tahammül edilemez bir durumdur.

Görünmezlik fantezi olsa da gerçekleştiğinde dehşet uyandırabilir

Konumuza dönecek olursak, bebek ayna ile bütünlüklü bir kendilik imgesine kavuşur, simgesel düzlemde ise artık kendilik öyküsüne ihtiyaç duyacaktır. Yıllar önce bir psikiyatri kongresinde Cem Kaptanoğlu “Benlik öyküsünün yazarı egodur ve psikoterapi bu öyküyü yeniden yazma gayretidir” diyecekti. Aynı konuşmasında Cupitt’ten alıntılamıştı: “Hayat hikayelerimiz, en büyük kurmaca eserimizdir.” Her birimiz birer öykücüyüz aslında. Kendi öykümüzü kuruyoruz. Bu öyküyü bir kere kurduktan sonra geri kalanının önceden kurulmuş olanla bütünlüklü olmasına gayret ediyoruz. “Ben uyumlu bir insan olduğum için idare ettim ama arkadaşım arıza çıkardı” cümlesini kuran birisi, öykünün protagonisti olan kendisini uyumlu biri olarak tanımladığı için arıza çıkarmamaya ihtiyacı vardır. Simgesel düzlemdeki “kendini uyumlu olarak tanımlıyorken arıza çıkarma” halinin imgesel düzlemdeki karşılığı, bebeğin iki kulağının olduğunu biliyorken aynaya baktığında bu kez 3 kulağının olduğunu görmesi gibi olacaktır. Bu tutarsızlık bebeği Bosch tablolarındaki kaosa geri davet ederdi muhtemelen. O yüzden arada rahatlaması gerekebilir: “Olur mu hiç 3 kulak, dön de aynaya bak, hey!

İşte bu öykü elbette kişisel bir öyküdür. Ama kişisel olsa da bazen kapsamı genişlesin istenir. Öyle ya, “Ben uyumlu bir insanım” cümlesindeki “insan” kavramını da tanımlamak gerekebilir. O zaman bireyinkinin yanı sıra insanlığın genel öyküsünü de öyküye dahil edilir. Hatta doğa ve evreni öyküye dahil etmek mümkün olabilir. Yazının başladığı yer işte burasıydı sevgili tramvay yolcuları. Sizler okuyarak, ben de yazarak bu öyküyü tamamlamaya çalışıyoruz. İnsanlığı anlamak için astronomi öğreniyoruz, evreni bilelim ki evrendeki yerimizi anlayalım. Tarih okuyoruz, sosyoloji çalışıyoruz, tıp öğreniyoruz… Bu gayret hep insanı anlamak ve öyküyü tamamlama ihtiyacıyla ilgili. Sinirbilim ve evrimsel psikoloji de öyle.

Etten Yapılmışlar

Etten yapılmışlar.”

“Etten mi?”

“Etten. Etten yapılmışlar.”

“Etten?”

“Hiç şüphem yok. Gezegenin çeşitli kısımlarından numuneler topladık, keşif gemimize getirdik, tepeden tırnağa inceledik. Tamamen etten oluşuyorlar.”

“Ama bu imkansız? Radyo sinyallerine ne diyeceksin peki? Yıldızlara mesajlar falan?”

“Konuşmak için radyo sinyallerini kullanıyorlar ama sinyaller onlardan gelmiyor. Sinyalleri makineler gönderiyor.”

“Peki makineleri kim yapmış ki? Yapanlarla temasa geçelim.”

“Makineleri onlar yapmış. Anlatmaya çalıştığım da bu. Makineleri etler yapmış.”

“Belki orfolei gibi bi’şeydirler. Şu et aşamasından geçen karbon bazlı zeki varlıklar var ya.”

“Yo. Et doğuyor, et ölüyorlar. Bir sürü yaşam döngüsünü inceledik, zaten çok uzun sürmüyor. Etin yaşam döngüsü ne kadardır, bir tahminin var mı?”

“Yok artık! Tamam, belki kısmen ettirler. Şey gibi, weddilei. İçinde elektron plazma olan et kafa yani.”

“Yo. Onu da düşündük, et kafaları olduğu için weddilei gibi olabilirler diye. Ama diyorum ya, tepeden tırnağa inceledik. Tamamen etten ibaretler.”

“Beyinleri yok yani?”

“Yahu, beyinleri var elbette. Sadece beyinleri de etten oluşuyor. Baştan beri bunu anlatmaya çalışıyorum.”

“E, düşünmeyi neresi yapıyor?”

“Anlamıyorsun, değil mi? Sana söylediğimi kavramayı reddediyorsun. Düşünmeyi beyin yapıyor. Et yapıyor.”

“Düşünen et! Düşünebilen ete inanmamı bekliyorsun!”

“Evet, düşünen et! Bilinçli et! Aşık olan et! Hayal kuran et! Bütün olay ette! Şimdi baştan beri anlatmaya çalıştığım şeyi kavrayabildin mi?

“Alla’alla. Ciddisin yani. Etten yapılmış.”

“Hele şükür. En nihayet. Evet, tam olarak etten yapılmış. Üstelik yaklaşık kendi yüzyılları boyunca da bizimle iletişime geçmeye çalışıyor.”

“Alla’alla. Peki ne istiyormuş bu et?”

“İlk olarak bizimle konuşmak istiyor. Sonrasında da evreni keşfetmek, diğer bilinçlilerle temasa geçmek, fikir ve bilgi alışverişinde bulunmak ister tahminimce. Her zamanki şeyler işte.”

“Şimdi, etle konuşacağız yani.”

“Onu umuyorlar. Radyodan gönderdikleri mesaj bu. “Merhaba. Kimse var mı. Evde misiniz.” Böyle şeyler işte.”

“Gerçekten konuşuyorlar yani. Kelimeleri, fikirleri, kavramları kullanıyorlar?”

“Evet, konuşuyorlar, eti kullanarak.”

“Hani radyo kullanıyorlar demiştin?”

“Kullanıyorlar da, radyoda ne var zannediyorsun? Et sesleri. Eti tokatladığında ya da şöyle bir çırptığında bir ses çıkarır ya hani? Etleri çırparak birbirleriyle konuşuyorlar. Etin içinden hava püskürterek şarkı bile söylüyorlar.”

“Alla’alla. Şarkı söyleyen et…”

Terry Bison bilincin biyolojik bir varlık olan insan tarfından üretilebildiğini keşfedince dehşete kapılan iki dünya dışı varlığın diyalogundan ibaret Etten Yapılmışlar (They’re Made Out of Meat) isimli kısa öyküsünün büyük kısmını alıntılamış oldum*. Bilincin, duygunun, algının ve zekanın tamamen “et”in işlevi olup olmadığı uzun zamandır felsefenin de konusu. Rene Descartes zekayı beyine, zihin ve bilinci ise maddesel olmayan bir oluşuma pay ederek dualistik bir yapı kurmuştu. Descartes’ın taksiminde “et”in payı küçük olsa da yıllar içerisinde pozitif bilimlerdeki ilerleme fizikalist bir dünya görüşünü baskınlaştıracaktı. Sinirbilim de bu fizikalist görüşün bayraktarlığını yapan en önemli bilim dallarından biri haline geldi. Yani aynada iki kulağını gören minik bebeğimiz kafatasının içinde jölemsi bir nöron yumağı olduğunu da biliyor artık. Dahası işitme ve görmenin, herhangi bir duygunun, düşünme ve karar vermenin de bu nöron yumağının işlevleri olduğunu da biliyor.

O özgür iradeye inanılacak arkadaşım!

Bu fizikalist iklim determinizm (belirlenimcilik)  tartışmasını da alevlendirdi. Öyle ya, mizaç, kişilik, karar verme, düşünme, algılama, zeka, duygu, dürtü denetimi gibi kavramların hepsi kafatasının içindeki “et”in işlevi ise, fizikalist bir evrende, verili bir durumda belirli bir sonucun ortaya çıkması gerekirdi. Yani arzu, aşk, bellek, zeka, mizaç, kırmızı rengi duyumsama, hırs, haset, öğrenme, okuma, kaşık tutma, bütün karar verme süreçleri… Hepsi bir takım aksiyon potansiyellerinden ibaretse, verili bir beyin durumunda, yani bütün nöronların teker teker her bir reseptörüne varana kadar durumunu bildiğimiz bir durumda, hangi nöronların ateşlenip hangilerinin ateşlenmeyeceği bellidir. O zaman bireyin evine başka bir yoldan gitmeyi denemeye karar vermesinden tutun, patronu sıkıştıran o soruyu sorduğunda başını kaşımasına, aşık olduğu kişiden, tuttuğu takıma kadar her şey belirlenmiş durumda aslında. (Burada kuantum fiziği için bir parantez açılabilirdi fakat konuya parantez açacak kadar bile hakim olamadığım için pas geçmek durumundayım. İkinci bir itiraz “embodied mind” (gömülü zihin) kavramı üzerinden geliştirilebilir. Gerçekten de zihnin çalışması için bir bedene ihtiyacı var gibi görünmekte. “Beynin” değil, “zihnin” bedene ihtiyacından bahsediyorum. Anlaşılan o ki karar vermeden algılamaya kadar pek çok işlev beyinde bedensel durumların temsili sayesinde gerçekleşebiliyor. Embodied mind kavramı ile “Fıçıdaki Beyin” argümanı boşa düşüyor gibi ama epey hacimli bir parantez olduğu için konuyu daha fazla uzatmayacağım. Aynı endişe ile “qualia” kavramı üzerinden kurulabilecek üçüncü itirazı da sadece anahtar kelimeyi vererek atlıyorum.) Devam edelim, eğer bu et verili durumda belirlenmiş o yanıtı vermek durumundaysa özgür irade neredeydi? Zihin felsefesi alanında, deterministik bir evrende özgür irade olabileceğini iddia eden “uyumlucular” (compatibilism) ile özgür iradenin deterministik bir evrenle uyumlu olamayacağını iddia eden “uyumsuzcular” (incompatibilism) olarak iki ayrı görüş var. Fakat bu yazının amacı determinizm-özgür irade ilişkisinin felsefe alanındaki izleğini değil, bireysel ve toplumsal izdüşümlerini izlemek olacak.

Sıradan insanlara döndüğümüzde, her 10 kişiden 9’u indeterministik bir evrende yaşadığımızı düşünüyor(1), üstelik ABD, Hong Kong, Hindistan ve Kolombiya gibi farklı kültürlerde bu sonuç değişmiyor (2). Dolayısıyla insanların çoğu için uyumluculuk/uyumsuzculuk tartışması konu değil. Fakat Nichols ve Knobe deterministik bir evren tasavvur edildiğinde uyumluculuk/uyumsuzculuk arasında bu kadar açık bir fark gösterememiş (3). Aslında Nichols ve Knobe deterministik bir evrende “Bireyler eylemlerinden dolayı ahlaki sorumluluk taşırlar mı?” sorusuna katılımcıların çoğu hayır yanıtını verirken (uyumsuzcu), bu kavram deterministik bir evrende sevgilisiyle birlikte olmak için karısı ve çocuklarını öldüren bir adamın öyküsü üzerinden sorulduğunda katılımcıların çoğu bu kez adamın özgür irade sahibi olduğunu belirtmiş (uyumlucu). Dolayısıyla deterministik bir evren tasavvuru özgür irade fikrini zayıflatıyor. En azından somut insan öyküleri değilse de, kavramsal boyutta bu etkiden bahsetmemiz mümkün.

Öncelikle insanların kendilerinde diğer insanlara göre daha fazla özgür irade tanımladıklarını (4), fakat kendilerine atfettikleri bu özgür iradenin zaman içerisinde dalgalanma gösterdiğini (5), hem de bu dalgalanmanın bedensel değişikliklere sonuç olarak ortaya çıktığını hatırlamakta yarar var. Dolayısıyla insanların kendi özgür iradelerine olan inançlarının sarsılmaz olmadığını söyleyebiliriz. O zaman yukarıdaki soruyu tekrar edelim? İnsanlar özgür irade kavramına inançları zayıfladığında ne oluyor? Vohs ve Schooler (6) katılımcıları özgür iradeyi yanlışlayan ve doğrulayan pasajlar okutarak manipule ettikleri, ardından da para ödülü olan bilişsel bir teste tabi tuttukları bir çalışma yürüttüler. Çalışma sonucunda özgür iradeyi yanlışlayan pasaj okutulan deneklerin daha fazla hile yaptıkları anlaşıldı. Makalelerinde Mueller ve Dweck’in meşhur çalışmasını da (7) haklı olarak refere etmişler: Bir test sonucunda zeki oldukları için başardıkları söylenen çocuklar, sonraki testlerde çok çalıştıkları için başarılı oldukları söylenen çocuklara göre daha başarısız oluyorlar. Davranış (çok çalışma) yerine belirlenim (zeka) ile başarılı olduğuna inanan çocukların başarısız olduklarını çıkarsayabiliriz. Başka bir çalışmada özgür iradeye inancın azalmasının prososyal davranışı zayıflattığı; özgür iradeye inancın azaltılması ile katılımcıların diğer insanlara yardım etmekte daha isteksiz oldukları, özgür iradeye inançları zaten zayıf olan katılımcıların diğer insanlara yardım etmekle ilgili önceden de daha isteksiz oldukları, özgür iradeye inançları zayıflatılan katılımcıların insanlara daha kaba davrandıkları görüldü (8). Öyle görünüyor ki suçlu hissedebilmek, doğal olarak ancak özgür iradeye inanabilmekle mümkün olabiliyor. Stillman ve Baumeister (9) katılımcılara insanın doğada yarattığı yıkımla ilgili bir makale okuttuklarında, özgür iradeye inancı zayıflatılmış grubun daha az suçluluk hissettiklerini bildirdiklerini, kampüste geri dönüşümle ilgili projelerde görev almaya daha az gönüllü olduklarını gördüler. Belki daha da önemlisi bu etki psikopati skorları daha yüksek olan katılımcılarda daha belirgindi. Özgür iradeye inanma akademik başarı (10) ve iş başarısı (11) ve toplum yararına gönüllü çalışma (9) ile ilişkili bulunmuş durumda.  Ülkemizde yürütülen güncel bir çalışmada (12) özgür irade inancı ile dindarlıkla arasında bir ilişki gösterilemedi. Bu çalışmadan anlaşılan o ki özgür iradeye inanmayanlar dindarsa kadercilik, dindar değilse de bilimsellik üzerinden deterministik bir perspektif inşa etmekteler**.

Özetle özgür iradeye olan inancın zayıflaması utanmama, akademik başarısızlık, hile yapma, toplum yararına gönüllü çalışmada isteksizlik, iş yaşamında başarısızlık, insanlara karşı kabalaşma gibi etkilere sahip. Ceza hukukundaki “mens rea” yani “suçlu zihin” kavramını anımsatan bir durum. Türkiye’de ceza ehliyeti ya da farik ve mümeyyiz ifadeleri ile tanıdığımız mens rea, bir eylemin suç kabul edilebilmesi için, kişinin işlediği eylemin farkında (farik) ve bu eylemin iyi ve kötü sonuçlarını ayırt edebiliyor (mümeyyiz) olması şartını ifade eder. Görünen o ki psişik mahkeme olan süperego huzurunda, özgür iradenin olmadığı savunusu iddia makamının işini zorlaştırıyor. Özetle deterministik evren algısı, bireyin faillik (agency) duygusunu zedelediği için davranışları üzerindeki süperego denetimini zayıflatıyor gibi görünmekte. Peki, özgür iradeye dair sinirbilim perspektifi topluma nasıl sunuluyor? Özgür irade konusundaki haberlerin başlıklarından örnekler şu şekilde: “Sinirbilimci Hannah Critchlow: Özgür İrade Komik Bir Söz” (The Guardian), “Tercihin Beynin Kendini Kandırması Olduğunu Gösteren Çalışmadan Sonra Bilim İnsanları Özgür İradenin Bir Yanılsama Olabileceğini Öne Sürüyorlar” (The Independent), “Sinirbilim Özgür İradenin Maskesini Düşürebilecek mi?” (Time Magazine). Sağlık haberciliği insanların anlamakta zorlanmayacağı, karmaşıklıktan uzak bir içerik hedeflediği için sıklıkla indirgemeci bir konuma yerleşiyor. Özgür irade konusundaki haberciliğin bu indirgemeci konumunun ise ciddi toplumsal sonuçları olabilir.

Görebildiğim kadarıyla mesele burada da sonlanmıyor ne yazık ki. İkinci bir katman da iktidarın ruhsallık alanına ilişkin söylem üretmesiyle oluşuyor. Örneğin 12 Eylül sonrasında Psikiyatri Profesörü Turan İtil komünistlerin sosyopat oldukları ve ıslah edilemeyeceklerini beyan edecekti. Turan İtil ve Ayhan Songar’ın 12 Eylül sonrasında siyasi tutuklulara sistematik işkence yaptıkları iddiası yargı kararıyla açıklığa kavuşamamış durumdadır, tıpkı Abu Gharib tutukevinde Amerikan Psikoloji Birliğinin CIA ile tutuklulara işkence yapılmasında işbirliği yaptığı iddiaları gibi. Burada temel argümanın bir kişinin komünist oluşunun toplumsal adaletsizliğe yanıt olarak özgür iradeleriyle verdikleri kararlar sonucunda değil, kişinin sosyopatik bir beyin yapısıyla belirlenmiş oluşudur. Bu argüman ile iktidarın hem toplumsal adaletsizliğe hem de bu adaletsizliğe karşı bir kimlik oluşturanların başına gelenlerle ilgili sorumluluğu boşa düşmesi amaçlanır. Bir taşla iki kuş. Bu örnekteki kadar kesif olmasa da, benzer bir söylemin son ekonomik krizde gerçekleşen intiharlara karşı da tekrarlandığına tanık olduk: “İntiharlar psikolojik”. Böylece intihar olgusu kişinin intihara meyilli bir beyin yapısının sonucuna indirgendiğinden, yoksulluk ya da ekonomik krizin toplumsal yüküne ilişkin iktidar sorumluluğu tartışmanın dışına itilmeye çalışılıyor.

İktidar ilginç biçimde sinirbilimlerden destek alan belirlenimci ve özgür iradeyi yanlışlayan söylemin antitezi olarak kabul edebileceğimiz kişisel gelişim söyleminden de yararlanmaktaydı. Kişisel gelişim kişinin başına gelenlerin ve başına gelenlerle ilgili hissettiği duyguların kişinin yeterince gelişememiş olduğu ama gelişmesinin de elinde olduğu iddiasına dayanıyor. “Mutsuz musun? Demek ki mutlu olmayı başaramıyorsun. Sorun tamamen sende!” Böylelikle kişisel gelişim söylemiyle suçu bireye fatura eden, sinirbilim söylemiyle de suçu ortadan kaldıran iktidar her iki durumda da kendini aklamayı başarıyordu.

Aslında daha eski bir tartışmanın yeni bir basamağına tanık oluyoruz muhtemelen. Tartışma Tanrı’nın kötülüğü neden yarattığı sorusuna kadar takip edilebilir. İnsanlar neden mutsuz? Kötülük niye var? Çocuk tecavüzcülerini, seri katilleri ve diktatörleri yaratan Tanrı iyi bir Tanrı değil mi yoksa? Elbette şeytan bu konuyu açıklar gibi görünse de onu yaratan da Tanrı olduğu için tek tanrılı dinler açısından kötülüğün varlığını açıklamak zorlu bir sınav.

Gottfried Wilhelm Leibniz


Alman matematikçi ve filozof Gottfried Leibniz bu soruyu “Teodise” kavramını üreterek yanıtlama girişiminde bulunmuş. Sözcük Yunanca Thedos (Tanrı) ve Dike (Savunma) sözcüklerinin bileşiminden oluşmakta. Liebniz’e göre dünya mümkün olanın en iyisi biçiminde yaratılmış olmalıydı çünkü kadir-i mutlak olan Tanrı’nın daha iyisini yaratamıyor olması olanaksızdı. Kötülük vardı çünkü başka türlü özgür (cüz-i) iradeden bahsetmek mümkün olmayacaktı. Yani kötülük insanın doğası gereği olmak zorundaydı. Teodise söylemi ile dünyada olup biten her şeyi Tanrı’yı savunarak açıklamak mümkündü. “Çocuk niye öldü?” “Çünkü Tanrı yanına aldı.” “İhtiyar niye yaşıyor?” “Çünkü Tanrı ona uzun bir ömür bahşetti” “Bu adam niye yoksul?” “Çünkü yoksullar cennete daha yakındır.” “Beriki niye varlıklı?” “Çünkü Tanrı onu bereketli kazanç ile ödüllendirdi.”

Eski usül engizisyon teodisesi

Kavram daha sonra sosyolog Max Weber tarafından teolojiden sosyolojiye transfer edilecekti. İnsan yaşamın farklı boyutlarını anlamlandırmakta zorlandığı için böyle düşünmeye meyilliydi. Örneğin yoksulluk teodisesi varsıllığın ve diğer imtiyaz alametlerinin şeytanın işaretleri olduğunu, varsıllık teodisesi ise varsıllığın tanrısal bir kutsanmanın sonucu olduğunu öne sürmekteydi. Böylelikle teodiseler de sınıfsal olarak paylaşılmışlardı.

20. yy’a geldiğimizde ise Bourdieu (13) bayrağı sosyodise kavramı ile taşıyacaktı. Malum, artık sekülerleşen bir dünyanın çilesini metafizik kavramlarla açıklamaya çalışmak çok da olanaklı değildi. Bu durumda özellikle sosyal bilimler devreye girmeliydi, teo’nun yerini sosyo almalıydı. Örneğin maskülen sosyodise diskuru için psikologlar “erkeğin çok eşli davranmasının doğasının gereği” olduğunu açıklayacaklardı. Neoliberal sosyodise diskuru ise “bazı insanların doğalarının varsıl olmaya elverişli olmayışı” argümanı ile üretilecekti. Bu sosyodise özgün bir dil yapısı ile dünyanın sembolik olarak yeniden yapılandırılmasına dayanıyordu. Binlerce kişinin işten çıkarılması “sosyal plan”, temel ihtiyaç malzemelerine zam “düzenleme” ya da kent merkezlerinin varsıllara tahsis edilmesini “dönüşüm” olarak pazarlamak mümkündü. Evet, fakirlik, açlık, evsizlik ve sefalet halen vardı çünkü başka türlüsü mümkün değildi. Dünya mümkün olanın en iyisiydi, bu sefer teologlar değil sosyal bilimciler bunu iddia etmekteydiler. Örneğin Soma maden faciası sonrasında bakan Hüseyin Çelik, hep fakir ailelerden ölümlerin olduğuna dair bir yorum üzerine “Fakirin kömürünü zengin mi çıkarsın?” diyerek bir sosyodise söylemi üretecekti. “Bu işin fıtratında ölüm var” açıklamasıyla üst üste okuduğumuzda fakirlerin engellenemez kaderinin ölmek olduğu sonucuna varıyorduk.

İşte bu silsilede yeni bir istasyon beliriyor gibi görünmekte. Ben bunu “Nörodise” olarak adlandırıyorum. Yani dünyada olan biten her şeyin her bireyin kendi biyolojik yapısı -özellikle de beyin yapısını- tarafından belirlenmiş olduğu iddiası.  Örneğin yoksulluk nörodisesi yoksulların varlıklı olmaya yetecek bilişsel kapasitelerinin olmayışı üzerine kurulu. Böylelikle yoksulluğun yoksulluğa neden olan bir toplumsal yapının sonucu olduğu iddiasına saldırılıyor ve iktidarın yoksulluğa ilişkin sorumluluğu düşüyor. Bir çocuğun suça karışmasının çocukları suça sürükleyen bir toplumsal yapının değil, çocuğun ailesinin ve dolayısıyla da kendi beyin yapısı nedeniyle gerçekleştiği önermesi de başka bir örnek olarak kabul edilebilir. Kadınlara yönelik cinsel saldırıları “erkeğin doğası gereği, diğer canlılarda da olduğu gibi görsel uyarım ile kolay uyarılması-kızışması” ile açıklayan bir psikiyatri profesörü de cinsel saldırı nörodisesi üretiyordur.

Tam bu noktada evrimsel psikoloji için bir paragraf açabiliriz. Evrim, muhafazakarların mesafeli, ilericilerin ise yakın oldukları bir kavram olmasına karşın konu evrimsel psikoloji olduğunda bu denge tersine dönüyor. Evrimsel psikolojinin sağcı söylem üretmek için kullanıldığına ilişkin ciddi tereddütler ifade edilmekte. Hatta bu şüphe üzerine Tybur ve arkadaşları ABD’de psikoloji doktora öğrencileri üzerine bir çalışma yürüttüler ve evrimsel psikoloji yönelimli olanların genel gruba göre daha fazla liberal (daha az muhafazakar) olduklarını gösterdiler (14). Fakat bu ad hominem tarzı bir savunma. Söylemi homofobik olmakla eleştirilen birinin, söylemi üzerine düşünmeyi redderek ve kendisinin homofobik olmadığını iddia ederek tartışmayı yürütmesi gibi yani. Evrimsel psikoloji tüm kıymetine rağmen eleştirel bir okumaya tabi tutulmadığında tümdengelimci ve deterministik indirgemelerle istismar edilmeye müsait bir alan. Tam da bu yüzden konu toplumsal bir meseleyi açıklamaya geldiğinde -diğer durumlarda evrim kavramına çok mesafeli olan- muhafazakar söylem evrimsel psikolojinin argümanlarını ödünç almaya meylediyor sanırım. Örneğin kadının neden çalışmaması gerektiği konusunda kadının “doğası gereği” yavru bakımına yatkın olduğu, yavrulamamanın kadını mutsuz edeceği, doğadaki diğer canlılarda da durumun bu şekilde olduğu açıklaması bu duruma bir örnek olabilir. Muhafazakar söylem diğer hallerde “eşref-i mahlukat” diyerek antroposentrik bir evren inşa ederken, toplumsal açıklamalarında insanın diğer memelilerle ortaklığından dem vurabiliyor. Tam da bu yüzden garip bir biçimde “fıtrat” ve “doğa” kavramlarının dönüşümlü kullanılabildiğini görüyoruz. Dolayısıyla evrimsel psikoloji argümantasyonu teodise, sosyodise ve nörodise silsilesinin bir ürünü olarak  muhafazakarlar tarafından kabul görüyor.


Elbette deterministik bir perspektiften deterministik düşünmenin de deterministik bir doğası olduğu öne sürülebilir. İronik biçimde gerçekten de özgür irade inancı uyumluluk ve dışa dönüklük, kadercilik ise nörotisizm adlı kişilik özellikleri ile ilişkili bulunmuş (15). Kişilik özellikleri doğuştan gelen, genetik temeli belirgin özellikler olduğundan özgür iradeye inanıp inanmamanın da deterministik biçimde belirlendiği öne sürülebilir. Yine de laboratuardan dışarıya çıkan bilginin toplumun geneli tarafından nasıl duyulduğu, hangi atıflara neden olduğu ve iktidar tarafından hangi söylemleri oluşturmak için kullanıldığına ilişkin hepimize düşen bir takım sorumlulukların olabileceğini düşünüyorum. Son olarak Nichols ve Knobe’un çalışmasındaki ayrıntıyı hatırlamakta yarar var: Deterministik bir evren tasavvuru özgür iradeye ilişkin inancı zayıflatsa da, kavramsal bir soru yerine somut bir şiddet öyküsü ile sorulduğunda katılımcılar özgür iradeye daha inanır olmuşlar. Bu örnekle de öyküleştirmenin önemi bir kez daha görülüyor. Bu yüzden tarihi tarihçilere bırakmak yerine toplumsal olaylarda insan öykülerini ısrarla hatırlatmanın ahlaki yargılamayı daha diri tutmaya yardımcı olabileceğini düşünüyorum.

Hülasa, insanı insanlaştıran en temel unsurlaran birisi ensest tabusuysa, ensest yasağı ile birlikte kurallı bir evreni kurmuş ve ona dahil olmuşsa insan, insan olmak bir bakıma kendi evrimsel eğilimlerine karşı gelebilmek demektir. Evrimsel psikoloji çok kıymetli bir alan olmakla birlikte, evrimsel psikoloji bilgisinin laboratuardan topluma yayılışı deterministik göndermelerle gerçekleşmesi, insanın ahlaksızlaşmaya veya bencilleşmeye eğilim göstermesi ile sonuçlanabiliyor. Oysa insan kendisini bir anlatı olarak inşa eder ve bu anlatıyı tekrar tekrar kurmak zahmetli olsa da olanaklıdır. Ve kendisi ne kadarının farkında olursa olsun, insan bir anlatı olarak kuruldukça özgür iradesinin olduğunu da varsaymak için yeterince sebebimiz olabilir.

Evrimsel psikolojiyi insanı insana dair uyarmak amacıyla kullanmalıyız, yapıp ettiklerini meşrulaştırmak amacıyla değil.

* Öyküyü kendim çevirdim. Terry Bisson kendi sitesinde öykünün orijinalini yayınlıyor. Telif ücreti olarak da, öyküyü beğenenlerin evsiz birine bir dolar vermesini istiyor. Elçiye zeval olmaz diyerek aktarıyorum.

** Bu çalışmanın ayrıntıları için çalışmacılardan Yard. Doç. Dr. Mehmet Harma ile yazışma olanağımız oldu. Nazik, hızlı ve bilgilendirci yanıtı için kendisine buradan da teşekkürlerimi iletmek isterim.

Kaynaklar:

1-  Nichols, S., & Knobe, J. (2007). Moral responsibility and determinism: The cognitive science of folk intuitions. Nous, 41(4), 663-685.

2- Sarkissian, H., Chatterjee, A., De Brigard, F., Knobe, J., Nichols, S., & Sirker, S. (2010). Is belief in free will a cultural universal?. Mind & Language, 25(3), 346-358.

3- Feltz, A., Cokely, E. T., & Nadelhoffer, T. (2009). Natural compatibilism versus natural incompatibilism: Back to the drawing board. Mind & Language, 24(1), 1-23.

4- Pronin, E., & Kugler, M. B. (2010). People believe they have more free will than others. Proceedings of the National Academy of Sciences, 201012046.

5- Ent, M. R., & Baumeister, R. F. (2014). Embodied free will beliefs: Some effects of physical states on metaphysical opinions. Consciousness and cognition, 27, 147-154.

6- Vohs, K. D., & Schooler, J. W. (2008). The value of believing in free will: Encouraging a belief in determinism increases cheating. Psychological science, 19(1), 49-54.

7- Mueller, C. M., & Dweck, C. S. (1998). Praise for intelligence can undermine children’s motivation and performance. Journal of personality and social psychology, 75(1), 33.

8- Baumeister, R. F., Masicampo, E. J., & DeWall, C. N. (2009). Prosocial benefits of feeling free: Disbelief in free will increases aggression and reduces helpfulness. Personality and social psychology bulletin, 35(2), 260-268.

9- Stillman, T. F., & Baumeister, R. F. (2010). Guilty, free, and wise: Determinism and psychopathy diminish learning from negative emotions. Journal of Experimental Social Psychology, 46(6), 951-960

10- Feldman, G., Chandrashekar, S. P., & Wong, K. F. E. (2016). The freedom to excel: Belief in free will predicts better academic performance. Personality and Individual Differences, 90, 377-383.

11- Stillman, T. F., Baumeister, R. F., Vohs, K. D., Lambert, N. M., Fincham, F. D., & Brewer, L. E. (2010). Personal philosophy and personnel achievement: Belief in free will predicts better job performance. Social Psychological and Personality Science, 1(1), 43-50.

12- Yilmaz, O., Bahçekapili, H. G., & Harma, M. (2018). Different types of religiosity and lay intuitions about free will/determinism in Turkey. The International Journal for the Psychology of Religion, 28(2), 89-102.

13- Bourdieu, P. (1998). Acts of resistance: Against the tyranny of the market. New York: New Press.

14- Tybur, J. M., Miller, G. F., & Gangestad, S. W. (2007). Testing the controversy. Human Nature, 18(4), 313-328.

15- Paulhus, D. L., & Carey, J. M. (2011). The FAD–Plus: Measuring lay beliefs regarding free will and related constructs. Journal of personality assessment, 93(1), 96-104.

9 comments

  1. Blogu yakından takip etmeye çalışıyorum. Dost meclislerinde sıkça bahsi geçen bir konu evrimsel psikoloji.
    “Yaptıklarından sorumlu tutulmamak için her şey yapan canlılar” olarak geçeceğiz kayıtlara sanırım. Kültürel evrim olmuyor ya da muhakeme yetilerimiz gelişmiyor gibi davranmak, meselenin arkasına sığınmak gibi geliyor bana.
    Ceza ehliyetimiz tam diye düşünüyorum 🙂

  2. Bilgilerinizi bize bu güzel ve anlaşılır yorumunuzla anlattığınız için teşekkürler.

Bir Cevap Yazın